Buket Uzuner’ i Halit Ziya’ ya bağlayan Aşk-ı Memnu: İki Romanda Babalar ve Kızları‏


 

Buket Uzuner’ i Halit Ziya’ ya bağlayan Aşk-ı Memnu: İki Romanda Babalar ve Kızları

Süreyya Elif Aksoy (Bilkent Üniversitesi)

 

 

 

Varlık Dergisi, Eylül 2009

İki İstanbul romanını buluşturan baba-kız ilişkileri. Buket Uzuner’ in İstanbullular (2007) ve Halit Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu (1900) romanlarında baba-kız ilişkileri dikkat çekicidir. İstanbullular’ da Belgin, Aşk-ı Memnu’da Nihal, benliklerinin oluşumunda büyük ölçüde babalarına bağlı, babalarından erken yaşta uzaklaşmak zorunda kaldıkları halde onlardan gerçek anlamda hiçbir zaman kopamamış, hep “babasının kızı” olarak kalmış karakterlerdir. İki karakterin babalarıyla ilişkileri ortak bir zemin üzerinde gelişir, İkisi de, annenin silik bir figür olduğu aile ortamında, babalarıyla özel bir bağ kurdukları mutlu bir çocukluktan sonra tam genç kızlığa adım atacakları çağda babalarından ayrılmak zorunda kalmış ve her ikisi de bunu ağır bir travma olarak yaşamışlardır. Belgin’in diplomat olan babası, Ermeni terör örgütü ASALA tarafından öldürülmüş; Nihal’ in babası ise ilgisini kızıyla genç eşi Bihter arasında bölüştürmeyi seçmesiyle kızına terk edilmişlik duygusunu yaşatmıştır.

 

Nihal, romanın sonunda babasıyla baş başa yaşayacakları sonsuz bayram hayatına geri dönmüş; Belgin ise erkeklerle ilişkilerinde babasını aramaktan kendisini alıkoyamamıştır, Belgin, son aşkı Ayhan’da, babasının sevgisine yakın, sahici bir duygu yakaladığı düşüncesindedir. Yine çarpıcı bir ortak yönleri, her iki karakterin sorunlu psikolojik yapılara sahip olmalarıdır, Nihal çocukluğundan itibaren sinir krizleri ve bayılma nöbetleri geçirir; Belgin, büyük karar ve kriz anlarında beliren migren ataklarıyla başetmek zorundadır.

 

Babalarıyla ilişkileri ve sorunlu psikolojik profilleri dışında, bu iki roman kişisini yan yana getiren diğer bir özellik, her ikisinin de romanlarda narin ve kırılgan kız çocukları olarak sunulmalarıdır. Nihal, kısmen küçük yaşta öksüz kaldığı için, kısmen de hastalıklı bünyesinin etkisiyle herkeste acıma hissi uyandırır. Babasının gözünde “nazik, rakik [ince], suda yetişmiş bir çiçeğe” benzetilen Nihal, ince bir “mazlumiyet havası” ile kaplıdır. Herkes Nihal için ağlamak ister; babası “Nihal için derin bir ağlamak arzusu” duyar, Aşk-ı Memnu kadrosunun en neşeli ve umursamaz görünen kişisi olan Behlül bile Nihal’ e acır, kızın özel hizmetçisi Beşir, Nihal için ağlar. Son olarak, Nihal’ in “süzgün siması”, “zarif bir keçi yavrusu çehresinin” inceliğini anımsatır. İstanbullular’ da Belgin’in de tanıştığı herkeste bıraktığı ilk etki hüzünlü havasıdır. Belgin, “ela gözlerinin hüzünlü” olusuyla dikkat çeken, “dünyanın en hüzünlü gözleri” ne sahip “hüzünlü bir ceylan”dır.

 

İki karakterin betimlenmesinde kullanılan üsluplar arasındaki benzerlik çarpıcıdır. İki roman arasında sadece izlek ve karakter benzeşmesi değil, bazı anlatım benzerliklerinin de bulunduğu, böylelikle söylenebilir. Kubilay Aktulum Metinlerarası İlişkiler adlı yapıtında, sık başvurulan bir metinlerarasılık yöntemi olan öykünmenin (pastiş) öncelikle bir üslup taklidi içerdiğini ancak bununla sınırlı kalmayıp içerik ve izlek taklidini de içerebileceğini söylüyor.

 

Üstelik Buket Uzuner, romanına bazı ipuçları da yerleştirmiştir. Bunlardan biri okuru, Halit Ziya’ya, diğeri ise metinlerarasılık olgusuna götürmektedir. Belgin’in babasının adı Halit Ziya’dır ve bu ismin, yukarıda sıraladığımız benzerliklerle zihnen hazırlanmış olan okuru Halit Ziya Uşaklıgil’e ve Aşk-ı Memnu’ya götürmesi zor değildir. Buket Uzuner, okur için hazırladığı bir ipucu ile Belgin’in “bir romanı başka metinlerle ilişkiler kurarak bulmaca çözer gibi hazla okuyan” biri olduğu bilgisini vererek, okuru edebiyat ve metinlerarasılık üzerine düşünmeye çağırır. Bu bilginin, romanın ortalarına yakın bir yerde -Belgin ile Nihal arasındaki benzerliklerin belirginleştiği bir aşmada yer alması, okura, (tıpkı Belgin gibi) bulmaca çözme zevkini yaşatır,

 

Babaya takıntılı, marazi kızlar! Freud’un, çocuk gelişimine ilişkin evrelerinin temelde erkek çocuğu odağa aldığı, kız çocukların Oedipal karmaşadan tamamen çıkmalarına olanak göremediği bilinmektedir. Saffet Murat Tura’nın özetlediğine göre, oral ve anal dönemi izleyen “fallik dönem”de çocuk, libido enerjisini karşı cinsten ebeveyne yöneltmekte; erkek çocuk Oidipus karmaşası olarak adlandırılan bu dönemden, “ensest yasağını tanı[yarak]” annesinden vazgeçip babasıyla özdeşleşerek çıkabilmektedir. Kız çocukta ise bu süreç “çok daha geç ve güç gerçekleşmekte “, belki de hiçbir zaman tamamlanamamaktadır. Freud bu ayrımı, büyük ölçüde, Oedipal karmaşadan çıkmak için kilit önemde olan “kastrasyon endişesinin” anatomik farklılıktan dolayı kız çocuklarda erkek çocuklardaki gibi yaşanamaması ile temellendirir.

 

Feminist okumaların psikanalitik yaklaşımlara getirdiği eleştirilerin merkezinde çoğu kez, kadının daha doğuştan “erkekten eksik” ya da psikolojik sorunlara yatkın olarak çizilmesi olmuştur, 18. ve 19. yüzyıl Avrupa romanlarında klişeleşmiş biçimde sorunlu, “histerik” kadın karakterlerle karşılaşırız.

 

İstanbullular ve Aşk-ı Memnu da bu çerçevede iki ilginç kadın karakteri ile araştırma konusu olmalıdır. Belgin ile Nihal’ in babaları ile kurdukları bağın gücü ve niteliği, psikanalitik yaklaşımla ele alınmaya elverişli, sorunlu bir tablo çizer. İkisinin de çocukluklarında babalarıyla olan ilişkilerinin çok yakın olması ve bu ilişkinin, kişiliklerinde kalıcı izler bırakmış olması önemlidir. Belgin, babasını merkeze alan, 8-9 yaşlarından kalan bir anıyı 41 yaşına geldiğinde bile canlı olarak yaşatmaktadır, Bu anıda Belgin, babasının kucağına oturmuştur ve babası ona “prensesim” diye hitap ederek bir oyun öğretir; aynaya dikkatli baktığında gözlerinin içindeki ışığı görme oyunudur bu. Belgin’ in benlik algısı, özgüveni tamamen babasının denetiminde oluşmaktadır, Babayla kız arasındaki bu özel an Belgin tarafından şu sözlerle aktarılır:

 

“Dünyanın en mutlu, en güçlü, en sevilen kızı benim: babam beni çok seviyor, bana gözlerimin içinde yanan ışığı keşfetmem için yardımcı oluyor. [ …] Dünyanın en mutlu iki insanıyız. Babam ve ben. Ben ve babam!”. Tam o sırada annesinin yanlarına geldiğini hatırlayan Belgin, bu durumu, “annem bizi bulduğunda” sözleriyle dile getirmekle, babasıyla yakınlaşmasında yasak olabilecek bir yönün olduğu imasını yapar. Benzeri bir baba-kız yakınlığı Aşk-ı Memnu’da da vardır; Nihal’ in babasıyla paylaştığı çok özel mutluluk sahneleri, sabahları, önce babanın yatağında, daha sonra babanın çalışma odasında şakalaşmalarla gerçekleşir. Baba ile kız birbirine o kadar yakındır ki, ancak bir arada yaşamaktan zevk alabilirler. Nihal’ in annesi, yıllarca süren ağır hastalığının ardından yaşamını yitirdiği için, baba-kızın mutlu anlarını “yakalayan” bir anne figürü Aşk-ı Memnu’da bulunmaz.

 

Belgin’in, babasını hayatının ilk ve belki de tek gerçek aşkı olarak gördüğünü imleyen birçok öge vardır. Yukarıda aktarılan, babasının kucağında ayna oyununu öğrendiği andaki mutluluğunu şu sözlerle ifade etmesi önemlidir: “Ben, bir kızın bütün ömrü boyunca görüp göreceği en büyük aşkın ateşinde nar gibi kırmızı, mutluluktan erimişim; ne isterse yapmaya hazırım”. Belgin’in ilişkilerindeki temel ölçüt, babasının verdiği sevgi ve şefkattir. Henüz üniversitede öğrenciyken evlendiği Mehmet Emin Entek’ te onu cezbeden, kendisinden 10 yaş büyük olan bu adamın koruyucu, güven veren tavırlarının yanı sıra, babasına hayranlık duyması ve babası hakkında bildiği ayrıntılardır. Son aşkı Ayhan, Belgin’in ilişkilerindeki baba gölgesini şu sözlerle dile getirir: “[E]rkekler listesinde seninki gibi muhteşem bir babası olan bir kızı ben nasıl mutlu edebilirim, insafsız Melek Belgin!”. Belgin’in buna yanıtı da Ayhan’ın gözlemini doğrular: “Babamı, hayatımdaki erkekler listesinden nasıl çıkartabilirim? Sanki erkekler için durum farklı mı? Erkekler için anneleri en ulaşılmaz kadın değilse nedir?”.

 

Belgin, her ilişkisinde babasını aramakta ve saçlarını bile babasının sevdiği biçimiyle korumaktadır. Öyle ki, saçlarını “eski moda” sayıldığı halde, babasının sevdiği haliyle korumakta, babası kendisini “Belgin Doruk bukleli, güzel kızım benim!” diye sevdiği için modeline dokunmamaktadır: “On üç yaşından beri saçlarının modelini hiç değiştirmeyip buklelerini sık sık okşaması bu yüzdendi. Buklelerine her dokunuşta babasını okşuyordu”. Nihal’ in de ilk aşkı babasıdır ve babasından başka bir erkekle yaşayamayacağı inancındadır. Genç kızlığa adım atmış sayıldığı halde Nihal, asla evlenmeyip, yaşamını babasının yanında sürdürmek istemektedir. Nihal ise, biliyoruz ki, romanın sonunda babasıyla baş başa kalır, hayatın onlar için yine “müebbet bir bayram” olacağı duyurulur ve roman şu cümle ile biter: “Beraber, hep beraber, yaşarken ve ölürken … “.

 

Nihal’ in psikolojik yapısını inceleyen bir çalışmada Arsev Ayşen Arslanoğlu, “Nihal’ i belirleyen özelliğin Adnan Bey’ e bağlılığı ve aşkı olduğunu” söyler ve bu bağlılığı Oedipus karmaşasına göre ele alır. Belgin de çok benzer bir kişilik tablosu çizmektedir ve aynı çerçevede değerlendirilebilir.

 

Nihal babasına yeniden kavuşmak ve ondan ayrılmayı reddetmekle, Belgin ise babasıyla bağını olduğu gibi korumaya çalışmakla aslında büyümeyi reddederler. Saffet Murat Tura, psikanalitik kuramda bunu Freud’un “gerileme” ve “saplantı” kavramlarıyla açıkladığını, “[p]sikoseksüel gelişim aşamalarından birinde şiddetli bir [ … ] (düş kırıklığı [ile]) karşılaşan birey[in], libidinal tatmini daha doyumlu olarak yaşadığı döneme” gerilediğini ve bazı evrelerde saplantıların oluştuğunu vurguladığını ifade eder. Duygusal gelişimini tamamlayamadan, yetişkin olmanın gerekleriyle yüzleşen kişilerde nevrozlar bu biçimde oluşur. Belgin ve Nihal, duygusal gelişimini tamamlayamadan büyümüş, ergenlik çağını olgunlaşamadan geçirmiş kız çocuklarıdır ve bu nedenle psikanalatik kuramın açıklamalarına göre babaları için besledikleri libidinal enerjiyle yüklü sevgiyi, uygarlığın getirdiği aile kurallarıyla ehlileştirme ve sosyalleşerek başka kişileri sevebilme yetisine sahip olamamışlardır,

 

Bize anlatılan hikayeleri kim üretiyor?

 

İki romanda sunulan baba-kız ilişkilerinde de anlatının odağında kız çocuğun olgunlaşamaması sorunu vardır. Patolojinin kızda olduğu, kadınların sadece fiziksel olarak değil aynı zamanda ruhsal açıdan da zayıf yapılı oldukları izleği, birçok 19. yüzyıl romanında hatta daha sonraki örneklerde de o kadar sık tekrarlanır ki, bu tablonun nesnel bir gerçekliğe dayandığına inanma eğilimi görülür. Oysa, bizi bu sonuca vardıran verilerin, edebiyatta üretildiği, bize anlatılan “hikâye”ler olduğunu göz ardı etmemek gerekir. Freud’ un sonradan kuramsallaştırdığı birçok gözlemini ilk olarak edebiyatta, sözlü kültürde, mitlerde saptadığını biliyoruz.

 

O halde bu hikayeleri kimin, hangi bağlamda ve ne amaçla ürettiği önemli değil midir?

Caroline Gonda, baba-kız ilişkisi izleğinin, roman türünün gelişmesi boyunca merkezi öneme sahip olduğunu ve 18. yüzyıldan itibaren üretilen romanlarda önemli yer tuttuğunu belirterek, bu ilişkinin “saf ve meleksi” olarak tanımlanmasına karşın bazı kuşkulu. açıklanmayan noktalar içerdiğini ve bazı araştırmacılarca erkek otoritesinin ya da babanın otoritesinin duygusal sığınağı olarak görüldüğünü vurgular. Lynda Zwinger, bu gözlemi daha da ileri götürerek, romanlardaki her örnek kadın karakterinin babanın arzularına göre, “babasının kızı” olarak kurgulandığını, kendilerini ikinci plana atmaya gönüllü ve babalarının sadık yardımcısı olarak kurgulanan ve bir duygusallık katmanıyla kaplanarak sunulan kız çocukların, aslında baba kaynaklı (paternal) cinsel arzunun kültürel kodlara tercüme edilerek meşrulaştırılmasından başka bir şey olmadığını savunur. Kızları, babayı arzulayan, sorunlu kişilikler olarak çizerken. bu kız çocuklarının babanın kurallarıyla yetiştirildiklerinin üzerinde hiç durulmaz. Özellikle 18. yüzyıl İngiliz toplumunu ele aldığı incelemesinde, Maggie Lane, her kız çocuğu için “erkeklerin gerçek dünyası” ile ilk karşılaşmanın baba ile olduğuna işaret ederek, aynı durumun erkek çocuklar için de geçerli olduğunu ama aile baskısının (kiminle evleneceklerine varana kadar) kızların üzerinde çok daha fazla olduğunu belirtir. Nasıl bir kız çocuğu olacağını belirleyen babanın arzusudur. Belgin’e “babasının prensesi” diyen, Nihal’ i nazik bir çiçeğe benzeten ve kendi yatak odasına sokan babadır. Belki de Belgin ve Nihal’ in babalarına takıntılı bağlanmalarının, babalarından kendilerine yönelen sevginin niteliği ve yoğunluğunu içselleştirmekten başka bir nedeni yoktur. İki karakterin de acıma duygularına boğulan, kırılgan figürler olarak çizilmesinde de babanın arzusunu (Zwinger’ in söylediği duygusallaştırma yoluyla) haklı gösterme çabası olduğu düşünülebilir.

 

İstanbullular’ da Belgin, kız çocuklara, kusursuz sevginin tek kaynağı olarak babanın sunulduğunun ve bunun anlatılar aracılığıyla dayatıldığının farkındadır. Kız çocuklarının erkeklere bağımlı olmaya şartlandırılarak yetiştirilmelerini sorgular, kendi sorunlarının temelinde bu şartlandırmayı görür. Kız çocuklarına okutulan masallarda kadınların, kendilerini koşulsuz sevecek ve koruyacak bir erkeğe muhtaç varlıklar olarak çizildiğini; bunları okuyarak büyüyen kız çocuklarının, kendilerini eksik hisseden kadınlara dönüştüklerini ve hayatları boyunca kendi eksik varlıklarını tamamlayacak erkeği arama hatasına düştüklerini vurgular. Masallardaki ideal erkek imgesini baba imgesiyle birleştiren Belgin’ e göre kadınlar, masallardaki türden koşulsuz sevgi, şefkat ve dürüstlüğü yalnızca (o da eğer şanslılarsa) babalarından bulabilirler. Belgin’i Nihal’ den düşünce olarak üstün kılan bu içgörü, yine de bu imkansız arayış uğrunda düşeceği hataları engelleyemez.

 

Buket Uzuner, kendisiyle yapılan bir söyleşide, aşkla ilgili anlatıların erkekler tarafından yazılmasına olan isyanını açıkça dile getirir. Uzuner, çağlar boyu, kadınların yazar olarak görülmediğini hatırlatarak şöyle devam eder: “Bu yüzden bir kadın yazar, örneğin aşkı anlatırken, [ … ] çok zorlanıyor. Şehir diyorsunuz, şehirlerin hepsini erkekler kurmuş, şairlerin, ressamların hepsi erkekmiş; aşk diyorsunuz, ancak erkekler aşkı yazmış, söylemiş, kadına telaffuzu bile yasak, günah! Bütün aşk şiirlerinin öznesi erkek, nesnesi kadın … İşin en adaletsiz yanı, bu durumu oluşturanın bizler olduğumuzu unutup, sanki böyle yaratılmışız gibi buna alışmışız”. Bu sözleriyle yazar, Lynda Zwinger’ dan örnekleyerek söylemeye çalıştığımız durumu saptıyor; yaradılışımızın böyle olduğuna inandırılmış olmamız, paternalist arzuları dile getiren erkek egemen bir söylemin ürettiği anlatıların dayatmasından ibaret.

 

Romanı yazan kadın olunca … Kız çocuğun gerçek dünyayla ilk karşılaşması babası ile olur. Bir yandan babası tarafından beğenilmek ister, diğer yandan da onun otoritesinden özgürleşmek, kendi dilini bulmak ister. Her yazarın kendisinden önceki yazarlarla ilişkisinde de bu ikilem vardır. Ama bu ilişki çoğunlukla bir “baba-oğul” ilişkisi olarak kabul edilir; çünkü yazarın erkek olduğu varsayılır. Oysa yazarın kadın olduğu durumda, yine baba otoritesine karşı ikircikli konumda olan bir karakter vardır: bu kez bir kız ~ocuğu. Buket Uzuner’ in; Türk romanının babası sayılabilecek Halit Ziya ile (eleştirmenlerce Türk romanının ilk gelişmiş örneği olarak kabul edilen) Aşk-ı Memnu üzerinden kurduğu metinlerarası ilişkilerde de bir tür yazınsal baba-kız ilişkisinin izlerini aramak mümkündür.

 

Süreyya Elif Aksoy

Varlık Dergisi, Eylül 2009

Bir yorum ekleyin

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir