Bir Şehir Romantiğinin Günlüğü


Bir şehre âşık olmak, bir insanı sevmekten farklı değildir. Eğer âşıksanız, sevdiğinizin eksiklerini, hatalarını göremez, gördüklerinizi affedersiniz. Aşkınız sürdüğü sürece sorun yoktur. Ancak aşkın bittiği yerde, artık o sevilene bağımlı hale düşmüşseniz vay halinize! Kimi kez zevkten, çoğu kez sıkıntıdan kahrolarak, yanarak tutuşur, ama ne kadar terk ederseniz, o kadar çok dönersiniz ona! İşte bir kente âşık olmak da tıpkı böyle bir karasevda hikayesidir!

Buket Uzuner, Şehir Romantiği’nin Günlüğü adlı kitabında, Türkiye ve dünyadan yalnızca gezi anılarını anlatmakla, bize insan portreleri çizmekle kalmıyor, aynı zamanda gezi edebiyatımıza gezginin düşünceleri, coğrafya felsefesi ve gezginin düşleri hakkında yeni kapılar açıyor. Sizi âşık olduğunuz coğrafyaları keşfe çağırıyor.

  

ÇİNGENE YÜREKLİ ŞEHİR ROMANTİĞİ
Ülkü Özel Akagündüz
Aralık 1997 ZAMAN Gazetesi

Gezginliği sevdiği için kendisini “Çingene Yürekli yazar” olarak tanımlayan Buket Uzuner”e göre mutlu olmanın yolu ne istedğini bilmekten geçiyor. “Ne istediğini bilmek ne istemediğini bilmekten zordur” ‘Şimdi yeni şeyler söylemek lazım’ diyor Mevlana. Bulunduğumuz konum ve aslında nerede olmak istediğimiz üzerine büyük bir yüreklilikle düşünebiliyor muyuz? Hergün yeni şeyler söyleyebiliyor muyuz? Yazar Buket Uzuner ‘kafadan doğmak’ diyor buna. Bilinçli tercihleriniz ışığında ikinci kez doğmak sizin elinizde. ‘Kumral Ada Mavi Tuna’ adlı son kitabıyla adından sıkça söz ettiren Buket Uzuner, “Çingene Yürekli Yazar” olarak tanımlıyor kendini. Onunla iflah olmaz gezginliği üzerine konuşmayı düşünürken; hayatta mutlu olmanın yolları, ölüm, kendimizin ve yaşadığımızın farkında olmak, istemediğimiz şeyleri değiştirebilmek gibi konular içinde bulduk kendimizi. Fazlasıyla doğal ve hayatın içinden olan bu sohbetin akışını değiştirmeyi ise hiç mi hiç düşünmedik. NE İSTEDİĞİMİZİ BİLMEK ÇOK ZOR Adını farklı koysak da aradığımız şeyin mutluluk olduğunu söyleyen Buket Uzuner’e göre “Ancak olmak istediği yerde olup, yapmak istediği işi yapan kişiler mutludur.” Dünyanın her yerinde sevilen ve itibar gören doktorluk gibi bir mesleğe sahip olan arkadaşının, hayatı boyunca şair olmayı düşlediği için mutluluğu yakalayamadığını söyleyen Uzuner, ” Ne istediğimizi bilmek ne istemediğimizi bilmekten daha zordur. Bebekler bile önce hayır demeyi öğrenirler” diyor ve istediğimiz yerde olmak için gayret göstermemiz gerektiğine inanıyor. “Ne istediğimizi bilmek deneyim, kültür ve akıl ister. Şimdiye kadar geldiğimiz konuma şöyle bir bakıp büyük bir yüreklilikle düşünebilmemiz lazım. ‘Bunların hangisi bana empoze edildi, hangisi benim tercihim.’ Ben buna kafadan doğmak diyorum. İnsanlar istedikleri zaman çoğu şeyleri değiştirebilirler” diye düşünüyor Buket Uzuner. BİR SONUMUZ OLDUĞUNUN FARKINDAYIM Uzuner, ölüm ve insan üzerine düşüncelerini de şöyle açıklıyor. “Birşeylerin farkında olan tek varlık insandır. Öleceğimizin farkındayız. Buraya gelirken bir cenaze kalkıyordu. Hiç tanımadığım bir kadının cenazesiydi. Uzun bir zaman orada kaldım. Dua eden insanları inceledim ve eminim herkes benimle aynı şeyi düşünüyordu. Bir gün bu tabutta ben de olacağım.” Farkında olmak kararlarımızı nasıl etkiliyor?” sorumuza ise şöyle cevap veriyor Buket Uzuner: “Bir an farkında olup sonra aynı alışkanlıklarımıza devam ediyoruz. O kutunun içinde olacağımızı düşünüp ürperiyoruz; ama sürekli acı ve kötü olayları düşünmek de insanı depresyona götürebilir.” Farkında olmanın insanı gereksiz şeylerden ve hırslardan arındırabileceğini söyleyen Uzuner, şöyle devam ediyor. “Benim mesleki hırsım var; ama bu hayatın bir sonu olduğunu bildiğim için kendimi fazla yıpratmıyorum, insanlarla daha iyi iletişim kurmaya çalışıyorum.” Kendini hiçbir zaman olgun bir insan olarak görmeyen Uzuner, kendince bilge olarak gördüğü insanlarda da mükemmellik aramadığını söylüyor. YÜREĞİM BEDENİMİN DIŞINDA ATIYOR Anne olmak isteyen her kadının anne olmasını söyleyen Buket Uzuner, ilk başlarda yerleşikliği ve bir yerde uzun süre kalmayı sevmediği halde şimdi her şeyin karşıtıyla var olduğuna inanıyor. ” Bağımsız bir hayat yaşamak istediğinizde yerleşik düzene özlem duyuyorsunuz. Sadece birini tercih etmek yanlış. Ben yerleşikliği seven bir insan değilim; ama bir ayağım yerleşik, bir ayağım havada şimdi. ‘Evlendim, elim kolum bağlandı’ diye düşünmedim hiç. Kendi isteğimle çocuk yaptım. Çocuğa bakmak için bütün aile de yardım etse çocuk anneye aittir, bunu öğreniyorsunuz. Evde her gün altını değiştirip biberonunu veren bir erkek var ama hiçbir şey değişmiyor. Yüreğim bedenimin dışında atıyor artık.

Ülkü Özel Akagündüz

***************

SAN FRANCISCO SOKAKLARINDA PICASSO VE EINSTEIN’LA BİRLİKTE

Hepimizin kentleri vardir. Kimisi kendimize benzer, kimisi bazen istemeden kendimizden bile saklamaya çalıştığımız ‘öteki ben’imiz kadar zıttır dışardan görünen suretimize. Bu nedenle olacak, güzel ama aptal kızları, yakışıklı ama maço erkekleri ve gösterişli ama kültürsüz durumu bizzat Amerikalılarca tescil edilen Kaliforniya eyaletine (Batı Yakası) her zaman ilgisiz kalmışımdır. (Tanrım bu ne önyargıcı ve etiket meraklısı bir dünya!!!) Fakat orada sanki yanlışlıkla bulunan dünyanın en ünlü kentlerinden San Francisco, beni daima gizli bir heyecan ve mesafeli bir merakla çekmiştir. ‘yanlışlıkla bulunan’ diyerek kendimi kurtarsam da, bu aslında ‘Öteki ben’in saklı albenisi değil midir bu sanki? Sonunda bahanesi ve olanakları hazırdı, bir edebiyat bursunun yardımıyla kendimi San Francisco’ ya giden bir United Airlines uçağında buldum. (Hep böyle denir ya, oysa kimse kendini öyle ‘tesadüfen’ bir yerlerde bulmaz.Bunlar olsa olsa bizim yavaş yavaş bilinçaltımıza dikte ettirdiğimiz arzularımızın şekil bulmuş durumudur). San Francisco’da açılacak bir kitap fuarı da en şıkından bahanemdi ama asıl amacım, bir türlü aklımdan çıkmayan hülyalı Amerikan kenti San Francisco’ yla buluşmaya gitmekti… Hülyalı Amerikan şehri olur mu?, demeyin. Amerika’ daki her Avrupalı şehir ‘hülyalı’dır.(Montreal, Bounos Aires,New York’ un Manhattan’ ı gibi…) Ve bu aynı zamanda benim Pasifik’ le ilk buluşmam olacaktı! Çoğunlukla yaptığım ve çok sevdiğim üzere bu yolculukta da yalnızdım. Yalnız yolculuklar, uslanmaz’öteki ben’ arayıcıları için vazgeçilmezdir. San Francisco önyargıların çoğunun başına gelen hoş fiyaskolarla karşıladı beni. Golden Gate köprüsü, Alcatraz (Pelikan)Adası, ‘It never rains in California’ ve bu gibi… ‘Alkatraz Kuşcusu’ adlı romanla çocukluğumuzun içine hüzünle giren Alkatraz Adası 1973′ den itibaren tamamen turistik gemi turlarına açılarak bir işkence-ticaretine dönüşmüştü. O korkunç hapishane adası Alkatraz’ ı fotoğraflama yarışındaki turistlerse, insanın midesini bulandırıyordu. Tamamen kırmızı-portakal renkli ‘Altın Kapı’ köprüsü belki de benim gibi bir Brooklyn köprüsü sever için pek etkileyici değildi. San Francisco körfezini Amerikan iç-savaşında koruyan tamamı tuğladan yapılmış Fort Point kalesinin müzesi, o savaşta ölen askerlerin hüzünlü son bakışları ve nasıl tutacaklarını bilmedikleri anlaşılan silahlarıyla çektirdikleri fotoğraflarıyla iç burkan bir huzursuzlukla doldurmaktaydı içimi. (İç savaşta bile zencileri ön saflara süren özgürlükçü Yankee’ lerin belge fotoğrafları…) Derken, Ekim ayında bile serin, loş, yağmurlu San Francisco sokakları falan… Bu saydıklarımın tümünü ki, itiraf etmek lazım ‘turistik gezi’ kapsamındadır, ünlü Slovak şair Mila Haugova ile San Francisco’ da bir günlüğüne buluştuğumuzda atlatıp kurtulmuştum. Çünkü bunları yapsam bir türlü, yapmasam… En iyisi cesurca (!) başlayıp, bitirmektir!

İşte tam o sırada, iyi ününü hakkıyla kazanan bütün karakterler gibi San Francisco da sağlam temeller üzerine kurulduğunu göstermekte gecikmedi. Union Square mahallesini kendime mekan edimemem konusunda bana fikir verenlere uyarak, yerleştiğim salaş pansiyonun sahibi Fransız asıllı Serge (soyadını asla öğrenemedim) o sırada ortaya çıktı. Serge, kendisine inatla ‘sörç’ diyerek adını katleden Amerikalılardan çok, pansiyonuna sırt çantalarıyla dünyanın öbür ucundan gelen müşterilerinin serüvenciliğinde hayat bulan, sanal bir gezgindi. Yeni Zelanda, Japonya, Avusturalya, İsveç ve Malta’ dan konukları vardı ama ilk kez bir Türk müşterisi oluyordu ve üstelik bu Türk gezgin bir romancıydı. Serge sevinçten uçtuğunu hiç gizlemeden bana ayaküstü başlayan ama edebiyat ve sanat üzerine dakikalarca uzayan sohbetlerde, kentin asıl mücevherlerinin nerelerde saklandığını açıklamaya başlamıştı. Bir kere San Francisco çok fotojenik bir kentti. İkincisi Batı yakasının en kültürlü şehri olmak gibi bir iddiası vardı ve üzerinde durduğumuz Union Square bu iddianın atardamarıydı. Batı yakasının en iyi Fransız kahvelerini pişiren kafeler bu caddedeydi ve bunlar insan manzaraları izleyerek, yolculuk günlükleri tutan, ‘öteki ülkelere’ kart-postallar yazanlar için ideal noktalarda bulunmaktaydı. Efsanevi Bermuda Üçgeni barı da buradaydı falan… Derken Batılı anlamda kültürlü bir kentin en önemli göstergelerinden olan tiyatrolara geldi sıra. San Francisco’ da çok sayıda tiyatro vardı ve Serge benim özellikle bir oyunu görmem konusunda diretiyordu. Oysa o sıralar hiç tiyatro havasında değildim ve tiyatroların da çok pahalı olduğunu biliyordum. Sonunda Serge, resepsiyona hiç benzemeyen o kutu kadar masası başında indirimli bilet bulma yöntemleri konusunda beni eğitmiş ve ben kendimi San Francisco’ daki üçüncü gecemde ‘Theatre on the Square’da (hem de)ikinci sırada buluvermiştim. İşte orada bir başka önyargım daha yıkıldı. Komedi oyuncusu Steve Martin’ i küçümsemekle ne kadar yanıldığımı iyice anladım. Çünkü, yirmi yaşındaki Picasso ile aynı yaşlardaki Einstein’ in Lapin Agile adlı bohem bistroda o görkemli karşılaşmalarına tanıklık etmek gerçekten heyecan vericiydi. Düşünün, o çok tutkulu-duygusal genç Pablo ile ateşli-öfkeli genç Albert’ in karşılaşmalarında oluşan şahane alevi bir! Sanat ve bilim arasında ezelden beri süren o yakıcı savaşı böyle iki kişinin düellosunda izlemek, en sevdiğiniz Mozart senfonisini, düşlerken bile heyecandan göğüs kafesiniz kabaracak kadar heyecanlanacağınız bir orkestra şefi ve virtüözden canlı dinlemek gibi özel bir haz anlamına geliyor.İhtiras, olasılıklar, sanatın bütünlüğü ve dürüstlüğü ile gelecek üzerine 20.yy’ a damgasını vuracak iki insanın kıyasıya çekiştiği o müthiş ana tanık olmak ayrıcalığı! Galiba daha heyecan verici pek az şey kalmıştır artık! Tabii sonunda bilim ve sanatın ortak kaynağında, insanın yaratıcılığı ve düşgücünde karşılaşan Einstein ve Picasso ne denli gereksiz bir tartışma içinde olduklarını kavrarlar.

Bilimin mi sanattan önemli, sanatın mı bilimden daha yaratıcı olduğu konusunda bitip tükenmeyen tartışmalara San Francisco’ da bir son nokta (daha) konur. Bilim ve sanatın, yani uygarlığın tek bir ateşten, insanın düşgücünden kaynaklandığı gerçeği bu kez de iki önemli insanın ağzından duyurulur. Tiyatroyu terkederken gülümseyenlerin çoğu, yazarın oyunun sonunda yaptığı yaramazlığa hakkını vermekteydi. Uygarlığımızın temelinde de yatsa, insan dünyasında bilim ve sanattan daha önemli bir şey vardı ve gelecek yüzyılda bu -ne yazık ki- daha da öne geçecekti. Bilim ve sanattan daha önemli olan bu şey ‘popülizm’di(r) ve oyunda Picasso ve Einstein’ in karşısında Elvis Presley olarak belirmektedir. Presley, henüz ünlenmemiş, Memphis’li bir kamyon şoförüdür ama iki yaratıcı insana dönüp, ben şarrkılar, güzel şarkıar söyleyeceğim. Resimlerim ve sesim dünyanın her yanına yayılacak. Öyle popüler biri olacağım ki, dünyanın her yanında herkes beni tanıyacak! Oysa bilim mi sanat mı diye kavga eden siz ikiniz ancak bir avuç insanın uzaktan baktığı, pek de anlamadığı adlar olarak kalacaksınız!” Gerçek gerçektir! O gece, San Francisco’ lu gazeteci Edith Clover’ in evindeki yemek davetine gittiğimde, ‘Picasso at Lapin Agile’ adlı oyundan ve bu oyunun sürpriz yazarı aktör Steve Martin’ den uzun uzun konuştuğumuzu hatırlıyorum. Dünya gazeteciler derneği üyesi, Türkiye’ deki ilk kadın gazetecilerin arkadaşı, vaktiyle Ankara’ ya düşünce özgürlüğü konusunu konuşmaya gelen hala gencecik bir enerjiye sahip Edith, San Francisco’ nun bir başka yüzüydü. Güzel evinin balkonundan, Viktorya stili evlerin yanyana dizildiği o meşhur iniş-çıkışlı San Francisco sokakları ve şahane körfezi ışıl ışıl yanarak göz kamaştırmaktaydı. San Francisco’ daki bir başka gecem tam Halloween’ e (cadılar bayramı) denk düştüğü için kendime bal kabağı renkli bir kazak alarak, ‘Operadaki Hayalet’ müzikaline gittiğimi söylemem beni tanıyan kimseyi şaşırtmadı ama pansiyonumun sahibi Serge’ i özellikle şenlendirdi. Bu oyunun sanat yanından söz etmek olanaksız, bu çok ticari bir müzikaldi ve ancak Halloween’ i yalnız geçiren birinin San Francisco’ da turuncu bir kazakla kendisine şaka yapmasına yaramıştı. Tabii Borders kitapçısı ve onun kafesinde kahve kokuları arasında kitaplarla sevişmenin tadı, San Francisco kitap fuarı, ünlü 39.Rıhtım şenlikleri(Pier 39), Sualtı dünyası (Monterey Bay Aquarium), Balıkçı İskelesindeki balık pazarını anlatmadan san Francisco olmaz. Ama en başında söylemiştim ya, kentler de bizler gibidir. Onların kendimize benzeyenlerini sever, benzeyenlerin de özellikle belirli karakter yanlarına takılırız. Bu yüzden artık benim kentlerimden biri olan San Francisco’nun asıl yüzü… Caddesi, numaradaki Adeline Inn’in sahibi sanal gezgin Serge, Fransa’ da bir kafede buluşmalarının hesabını burada veren Picasso ve Einstein’ in yazarı Steve Martin ve ilk günkü tramvay gezisindeki Rus turist rehberi Igor olarak hatırlıyorum. Her cümlesini ‘Ben sizin Amerika’ da tanıştığınız ilk Rus rehberiniz Igor, beni lütfen unutmayın!’ diyerek bitiren bu dertli sesli kocaman adamdan ayrılırken küçük de olsa bahşiş veren tek kişi bendim. Gün boyunca onunla her sohbet etme çabamı beceriksiz maço asılışlarıyla berbat eden Igor’ la akşam yemeği teklifleri dışında bir iletişim kurmak amacıyla verdiğim bahşiş işe yaramıştı. Kendini yeni göç ettiği bu güzel kentte yapayalnız hisseden, dertli Igor’ u nihayet insan olarak yakalamıştım. ‘Bu bahşiş sizin tanıştığınız ilk Türk yazarından, siz de onu unutmayın’ derken karşılaşan gözlerimize tanık olan Slovak şair Mila, San Francisco’ yu hep o an olarak anımsayacağını söylüyordu. Sahi sizin kentleriniz hangileri ve kentlerinizin insanları kimler?

1996-San Francisco

Satın Al