Namık Kemal Montesquieu okumuş muydu?


Buket Uzuner
Doğu-Batı İkilemine Dört Bakış
Montesquieu, Fanon, Galeano, Said
KAAN DURUKAN
İş Bankası Yayınları, 116 s.

NAMIK KEMAL MONTESQUIEU OKUMUŞ MUYDU?

Ne olacak bu memleketin hali? şeklinde beliren ulusal kimlik soru(nu)muzun 100 aşağı 100 yukarı Tanzimatla yaşıt olduğunu düşünenlerdenim. Yoksa Kânûni Sultan Süleyman zamanında da kahvelerde tesbih çekerek tavla oynayan erkek atalarımızı bu soruyu sormaya itecek bir kaygıları olduğunu sanmıyorum. Belki o zaman savaşmaktan kahvede oturmaya vakit kalmıyor, kaldığında da İmparatorluğun yeni sınırları ve vilayetlerinde (eyalet) beliren yeni olanaklar konuşuluyordu? Memleketin haline, dolayısıyla birey olarak kendi geleceğimize dair kaygı duymaya başlamamız Batının kendini Doğuya karşı üstün dolayısıyla rakip olarak tanımlamayı düşündüğü ve göze aldığı 18.yy sonlarına denk düşer ki; bu da bizim şimdi hâlâ içinde bunaldığımız Doğu-Batı ikilemini bir Osmanlı-Türkiye sorunu olarak miras almamızın tarihidir. Bu miras, bizim kültürümüzde yetişen ve düşünen her gencin (artık düşünmeye vakti kalan bazı kadınların da) sağdan veya soldan bakışına göre farklı manzaralar arzetse de omuzlarına yüklenmiş, bir çeşit ulusal borç niteliğindedir. Özellikle eğitim amacıyla yurtdışına çıkan her Türkiyelinin en az bir kere karşılaştığı o Yahu siz Türkler Doğulu mu yoksa Batılı mısınız? sorusu, özellikle Cumhuriyet Devriminden sonra Batılıların kafasının iyice karıştığını işaret etmesi kadar, sorgulanan bizleri de yıllardır kuşkuya düşürüp durmaktadır. Bu sorunun yanıtının ancak bizim kendi arzumuz ve dinamiklerimizle verileceğine dair kişisel düşüncemi romanlarımda sık sık yineliyorum. Umudum ve dileğim: biz, dünyada örneği olmayan bir Doğulu- Batı ülkesiyiz diyebilmek için gereken tabana yayılmış bir demokrasi ve pozitif bilimsel düşünce gereksinmesi, talebi ve hazmıdır.

Kaan Durukan, bizim hâlâ daha çok kahve ve rakı masalarıyla biraz da savsaklanmış panel toplantılarına hapsettiğimiz Doğu-Batı tartışmalarına örneği az olan özgün bir kitapla katkıda bulunuyor. Her ne kadar kendisi neredeyse yürek burkan bir mütevazılıkla kitabını kısa bir çalışma diye nitelese de bu, kendisi ince ama içi tuğla gibi kitap, derin analizleri ve sordurduğu sorularla bu konuda düşünen özellikle gençlere bir el kitabı olmayı hakediyor.

Doğu ne yana düşer, Batı ne yana? adlı birinci bölüme, 250 yıldır neden bocalıyoruz? alt başlığını koyan yazar, öncelikle sorunu birkaç faktöre bağlayarak işin içinden sıyrılmaya yatkın olan toptancı: ya ak, ya kara (Doğulu) eğilimimize karşı çıkarak, bunu tehlikeli ve yanlış bir yaklaşım olarak gördüğünü en baştan belirtiyor.

Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarını da içine alan 250 yıllık tarihimize dört önemli düşünür ve yazarın eserleri ışığında bir kez daha sorgulamamıza olanak sağlayan Kaan Durukan kitabında; Montesquieunun İran Mektuplarıyla Batı Doğuyla Karşılaşıyor, bir zamanlar Fransız sömürgesiyken Martinikde doğan siyah derili Frantz Fanonun Jean Paul Sartre önsözüyle yayımlanan Yeryüzünün Lanetlileriyle Üçüncü Dünya Çığlığı, Türkiyede Gölgede ve Güneşte Futbol kitabıyla tanınan Galeanonun Latin Amerikanın Açık Damarlarıyla Güney, son olarak geçen ekim ayında yitirdiğimiz Edvard Saidin Oryantalizmiyle Doğu-Batı İkileminde Dönüm Noktasına dikkatimizi çekiyor.

Gelelim bizim, yaşamının büyük kısmını siyasi nedenlerle sürgünlerde geçiren yakışıklı vatan şairimiz Namık Kemalin (ki, ne zaman bir romancımızın eserinde müthiş bir karakter olarak yer alacağını heyecanla beklemekteyim) Montesquieu okuyup okumadığı konusuna. Kaan Durukan, bu soruyu sakin ve hınzır bir gülümsemeyle kafamıza sokarken, aslında Doğu ile Batı arasındaki farkın sorgulamadan ve yorumlar eşliğinde elde edilen bilginin çürük ve eksik temel yaratmasında yattığını anlatmaktadır. Çünkü Batıyı Batı yapan asıl bileşenlerden en önemlisi olan Aydınlanma Felsefesinin Türkiyede iyi bilindiğine hemen hiçbirimizin inanmadığı ile Namık Kemalin Montesquiue okuyup okumaması arasında ciddi bir ilişki vardır. Yazar, aydınlanmanın herhangi bir safhasına ilişkin yazılmış telif eserin yok denecek kadar az olduğu ülkemizde Namık Kemalin Montesquieu ve Rousseau dan etkilendiğini pek çok kimse söyler, ancak hem Namık Kemali, hem de diğer iki düşünürü okuyarak bu yargıya varanlar sayılıdır. Elde olan, kuşaklar boyu sorgulanmadan tekrarlanan bilgidir. demektedir. Daha ne desin ki? Artık ABDde ciddi bir üniversitede bitirmek üzere olduğu doktorasını bırakıp, parmağını gözümüze sokacak hali yok herhalde! Açık açık yazmış işte: elde olan ve kuşaklar boyu sorgulamadan tekrarlanan bilgi. Bizim eğitim sistemimizin, dolayısıyla yetiştirdiğimiz aydınların ve depremden türban sorununa pekçok temel sorunumuzun altında yatan sorunlardan biri budur. Doğuyu Batının gerisine düşüren, memleketin haline dertlenmemize neden olan sorunlar da mutlaka buna dayanır. Çünkü sorgulanmadan tekrarlanan her bilgi mutlaka sahibini de kendisini de çürütür. Bizler hâlâ bilginin kaynaklarına doğrudan değil bir takım yorumlar eşliğinde ve dolaylı olarak erişmeyi sanki bir kader gibi kabullenmeye isyan etmeyen insanlarız. Buna kulaktan dolma, derinliksiz ve hâttâ dogma da diyebilirsiniz. Fakat insanların bilgiye talebini arttırmak yerine onları dogmaya yönlendirmek yönetenlerin hâlâ işine gelmektedir.

Doğu-Batı ikilemine farklı pencerelerden bakmamız için yazdığı kitabında, kendisinin iyi bir edebiyat okuru olduğunu satır aralarında anladığımız yazar, zaman zaman bu coğrafyada bize daima çok yardımcı olmuş kara mizahı elinden bırakmıyor. Örneğin kitapta haritaların masumiyeti (!) başlığıyla da okunabilecek bir bölümde, eldeki haritaların pek çoğunda neden Avrupanın merkezde gösterildiğinden başlayarak, Afrikanın gerçek ölçüsünden küçük ama Kuzey Amerika ile Avrupanın da aslından büyük resmedildiğine uzanan global kadastro sorularıyla zihnimizin fazla kullanılmayan bölgelerine sinyaller gönderme işini de üstleniyor.

Doğu-Batı ikilemine en fazla mesai ayıran bilim insanlarımızdan Niyazi Berkesi de kitabında anan yazar, yakınlarda hakında bir kitap yayımlanan Osmanlı aydını Sakallı Celâlin ünlü sözü: Biz Doğuya giden bir geminin içinde Batıya doğru koşmaya çabalayan zavallılarız durumundan bugün artık niteliksel olarak daha farklı bir konumda (…)sosyoekonomik, siyasal ve kültürel bir dönüşümle yolun da yolcunun da defalarca değiştiği bir seyahatte olduğumuz kanısına varıyor. Buradan hareketle Kaan Durukan, güncel bir sorun gibi görünen ama aslında kökleri çok daha derinlerde bulunan Türkiyenin Avrupa Birliğine başvurusunun, Orta-Doğu, Orta-Asya, Balkanlar gibi kritik coğrafyalarda üstlenmek istediği ya da kendine verilmek istenen rollerin, özellikle 11 Eylül sonrası İslamiyete odaklanan tartışmaları ve Huntingtonun parçalanmış/yarılmış ülke, Brzezinskinin iki istikametli ülke tanımlamalarının daha çok Batılılaşma kavramıyla yakından ilişkili olduğunun da altını çiziyor.

Bana sorarsanız bu yükte hafif içerikte pahalı kitabı alın ve okuyun. Dostlarınızla tartışın, kendinizle didişin, yüzleşin. Avrupa Birliğine onuncu sınıf olarak girmek ya da girmemek o kadar önemli değil ama torunlarımızın Türkiyesinde ne olacak bu memleketin hali?ni artık bir nostaljik fıkra olarak anılmasını istiyorsak, Batının neden bizi küçümsediğine değil, bizi kendi güzel özellik ve bazı geleneklerimizi koruyarak ama düşünmeyi ve kaynaktan bilgiyi talep eden bir topluma dönüştürecek dinamiğin önündeki engellerin adını koymaya başlamak, bu konuda birleşmemiz vaktidir. Örneğin, çocuğumuzun bir diploması olsun yerine, onun işini iyi bilen, bilgili bir insan olmasını talep etmenin vakti. Talep etmenin vakti! Kaan Durukan da ithafında biraz da bunu söylemiyor mu: Büyük İnsanlığı ırki din, dil, etnik köken, cinsiyet, coğrafî tanımlar gibi ölçülere göre olumsuz kategorilere ayıran tüm Batılılara ve Doğululara karşı….

Ben yazardan izin isteyerek bu ithafa, bilgi kaynaklarının önüne engel koyan ve bilginin yenilenmesini kontrol eden bütün iktidar odaklarına karşı diye bir ek yapmak isterdim. Ama bunu yalnızca elimdeki kendi kitabıma ekleyebiliyorum. Çünkü kitap Kaan Durukan’ ın.