DOĞU-AKDENİZLİ TÜRKLER’ in 800 YILLIK BATILILIK HAYALİ*
(Türkiye’ nin Avrupa Birliği üyeliği üzerine Türkiye’ den düşünceler)
*Bu makale Avrupa Birliği kapsamında yapılan Türk-Yunan Dostluk festivalinde 12 Ağustos 2002 günü Bozcaada Çınaraltı kahvede okunmuş, 20 Ağustos 2002′ de Alman FREITAG gazetesinde yayımlanmış ( www.freitag.de ) ve Türkiye’ nin AB üyeliği için olumlu gelişmeler yaşanan 6 Ekim 2002′ de yeniden gözden geçirilmiştir.
2004 yılında biz Türkiyeliler, ne bizi çok yakından ilgilendiren komşumuz ve eski kolonimiz Irak’ ta süren işgal ve savaşı, ne her an ‘Godot’yu bekler gibi sabır ve endişeyle beklediğimiz büyük Istanbul depremi, ne de iktidara geldiğinden beri eğitimli ve laik vatandaşların büyük bir endişeyle cumhuriyet devrimiyle kazanılan özgürlükleri yavaş yavaş elimizden alacağına dair kuşkular yaşatan İslami kökenli parti AKP’yi konuştuk. Cahil-okumuş, genç-yaşlı, kadın-erkek Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı hepimiz aylardır yalnızca Avrupa Birliği’ni konuşuyoruz. Onu düşünüyor, hem onu özlüyor, hem de ondan nefret ederek onu seviyoruz. Bu duygu karmaşası Batılılar için şaşırtıcı olabilir ama belki biraz Akdenizli sayılacak bu ruh hali bizim tamamen ulusal karakterimizdir. Bir şeyi istersek, ondan kuşku duyar, onu sever, özler ve aynı anda ondan nefret de ederiz. Bu biraz Akdenizli, biraz Rus, biraz Arap, biraz Balkan, biraz Doğulu ve belki biraz da Batılı ruh hali tamamen Türkiyelidir. Zaten bir metafor olarak bu karakter çeşitliliğimiz nedeniyle yıllardır bizi ne Avrupalı ne de Asyalı kategorisine tamamen oturtamayan Batı’nın kafası karışmıştır. Batı haklıdır; biz de öyle. Büyük mizah ustamız Nasreddin Hodja’nın kesinlikle Türkiyeli olduğunun kanıtı da budur zaten: Hodja bir hikayesinde kendisinden adalet isteyen iki düşmanın ikisine de hak verir. Çünkü bizim buralarda şimdiye kadar yüzyıllardır herkes kendine göre haklıdır, ama en haklısı daima imparator, sultan ve generaldir. Şimdiye kadar çünkü Cumhuriyet Devrimi’nden beri 80 yıldır biz artık halkın haklı olduğu bir Türkiye2de yaşamak istiyoruz ve bunu kesintilerle de olsa yaşamaya çalışıyoruz.
Türkiye, 36 kültürün yanyana yüzlerce yıl beraber yaşadığı Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı olarak homojen bir Batı veya tek bir Doğu özelliği göstermeyen çok özel bir ülkedir. Evet, İslamiyet ve Doğululuk kültürümüzün temel kültürel altyapısıdır ama hangi İslam ve Doğu ? İslamiyeti ve Doğu kültürünü tek(biricik) ve homojen sanmak zaafına düşenler için Türkiye bir büyük bulmacadır. Oysa tıpkı tek bir Hristiyanlık, tek Yahudilik ya da tek tür Batılı kültür olmadığı gibi İslamiyet ve Doğu’da birbirinden farklılık gösteren kültürler yaratmıştır. Klasik örnekler olarak İrlanda’yla İsveç’in Hristiyanlığı, laik ve Hassidik Yahudilik ile Polonya ile Almanya’nın Batılılığı birbirinden önemli farklılıklar göstermektedir. Japonya seyahatimde bizim kültürel olarak Doğu’dan çok Akdeniz’e yaklaşmış olduğumuzu bizzar gözlediğimde ya da Yunanistan ve Israil ziyaretlerimde beni gülümseten ve/veya çıldırtan benzerlikler Türkiye’nin kültürel ve tarihi geçmişini daha iyi kavramama neden olmuştur.
Yıllarca göçebe yaşadıkları Orta Asya’dan, Orta-Doğuya doğru göç etmeye başladıktan ve yerleşik Osmanlı İmparatorluğunu kurup, başkentini Konstantinopolüs-İstanbul yaptıktan sonra dahi Türkiyeliler gözlerini daima BATI’ya çevirdi ve hep BATI’ya gittiler. Öyle ki, resmi tarih kitaplarında bizlere okullarda öğretilen; ‘Osmanlılar Viyana kapılarına kadar dayanmış ama oradan(ah oradan!) ötesine geçememiştir’ bilgisi tarih öğretmenlerimiz dahil hepimizi hüzünlendiren bir bölüm olarak incelenir. Hangi Türk çocuğu Viyana’dan daha Batı’ya ilerleyemediğimiz için tarih dersinde hüzünlenmeden büyümüştür? Oysa pusulanın Doğu yönüyle ilgili benzer bir duygusallık yaşadığımızı söylemek zordur, yani örneğin İran’ın tamamen, ya da Rusya’nın kısmen kolonimiz olmadığına üzüldüğümüzü ben şahsen duymuş değilimdir(!)
Fakat bu yalnızca bize özgü bir durum değil. Benim çocukluk yıllarımı yaşadığım 1960-70’lerde Türkiye’de en fazla okunan çizgi romanlar İtalyanlar’ın yazıp-çizdiği Tom Miks, Teksas, Zagor gibi Amerikalı çizgi kahramanların maceralarıydı. İşin garibi bu çizgi romanlardaki Amerikalılar da daima batıya ama hep batıya giderlerdi. O zamanlar çocuk aklımla içinden çıkamadığım soru şu olurdu: Haydi biz Batı’ya göre Orta-Doğudayız da, zaten kendileri batıda olan Amerikalılar neden daha da Batı’ya gitmek istiyorlar-dı? Yanıtı o yaşta bulamasam da Batı’nın çok kutsal ve önemli(!) bir yön olduğunu ben de anlamış bulunurdum.
Ateşli birer Cumhuriyet devrimcisi olan eğitimli anne-babaların çocuğu olarak yetişen bütün yaşıtlarım gibi ben de Atatürk’ün devrimci düşünceleriyle büyütüldüm. Bunlardan bir tanesi Atatürk’ün Cumhuriyet Devrimi’nin 10. yılında okuduğu ünlü nutkundan alınmıştı ve diyordu ki; ‘Milli kültürümüzü muassır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkartacağız!’ Ulusal kültürümüzün çağdaş uygarlıkların üzerine çıkartmayı amaçlayan evrensel anlamda ve iddialı bir söylemdi bu ama Türkiye’de hala devam eden büyük bir yanlış anlamayla, çağdaş uygarlıklarının adresleri yalnızca batı ile sınırlanarak algılanmıştı. Oysa bugün çağdaş uygarlıklar arasına katılmayı başaran Japonya’nın coğrafik adresi Doğu’dadır. Artık yalnızca tarih kitaplarında kalsa da Mısır, Yunan, Arap veya Osmanlı gibi zamanının etkin uygarlıkları da doğudaydı. Bedelini kuşaklar boyu ağır olarak ödediğimiz ve ödemeye devam ettiğimiz bu pusula yanlışını ne zaman düşünsem aklıma hemen büyük Elias Canetti’nin ‘Körleşme’ (Die Blendung) romanı gelir.
21.yüzyıla teknik olarak girdiğimiz bu yıllarda yolsuzluk ve yoksulluk, bunların sonucu olarak da karmaşa, güvensizlik ve eğitimsizlik gibi sorunlarla karşı karşıya kalan Türkiye’de, Doğulu ve Müslüman kültürel özelliklerinin de etkisiyle daima tabu olarak korunan bazı kavramlar şimdiye kadar yalnızca dar bir entellektüel elit tarafından konuşulurken, son yıllarda daha geniş halk tabanına hitaben telaffuz edilmeye ve kamuoyunun katılımıyla (televizyon, internet ve basında) tartışılmaya başlandı. Bunlar düşünce özgürlüğü, Kürtçe dahil olmak üzere ülkede yaşayan farklı kültürlerin anadillerini kullanma özgürlüğü, Kuran’daki bazı kavramlar, idam cezasının kaldırılması, şeffaf ve halka hesap verecek bir yönetim arzusu gibi diğer Müslüman ülkelerde üzerine konuşulması bile hayal edilemeyecek konulardı. Ve bu tartışma platformunun oluşumu ne bir tesadüf, ne de bir mucizeydi.
Matbaanın sansür amacıyla 400 yıl geciktirilerek girdiği Osmanlı kültürüne karşılık, internet ve özel televizyon kanalları Türkiye’ye Avrupa’yla aynı zamanda girmiş, yaşam standartalarının ekonomik ve bireysel özgürlükler bakımından iyileştirilmesi arzusu Türkiye insanında bu teknolojik devrimler sayesinde ivme kazanmıştır. Ama teknoloji tek başına hiçbir işe yaramaz. Toplumsal karşılığı olmayan kavramlar o toplumlarda yaşayamaz. Bugün Avrupa Birliği üyesi olmayı isteyen ve kültürel haritada artık Doğu-Akdenizli Türkiyeliler** olarak adlandırabileceğimiz bizler, atalarımız Osmanlılar’ın Batı’nın değerlerini temsil eden Avrupalılaşma arzularının 1839 yılında Tanzimat reformlarıyla resmen başladığını biliriz. Ama yine bize batılılaşma hareketlerine girişen yenilikçi Osmanlı İmparatorları’nın başına tutucu veya köktendinci karşı reformcular tarafından büyük felaketler getirildiği tarih derslerinde iyi öğretilir. Çünkü bu ülkede şimdiye kadar modernleşme çabaları tamamen toplumsal karşılığını bulmamıştır. Cumhuriyetten sonra girişilen eğitim ve kalkınma çalışmaları da toplumun bilinçlenmesinden zarar görecek aynı çevrelerce engellenmiş, modernleşme, desteği en önemli kaynaktan, halk tabanından uzaklaştırılmıştır. Bundan çok önceleri, daha Osmanlı İmparatorluğu zamanında;1856’da ilan edilen İslahat Fermanı, Avrupalılaşmak- anlamında yapılan ikinci büyük reformdur. Bu açıdan bakınca Ağustos 2002’de Türkiye Cumhuriyeti Parlamentosu’nda kabul edilen idamın kaldırılış, azınlık dillerinin ve düşüncenin özgürleşmesi kanunları bizim üçüncü büyük reform hareketimiz olarak nitelendirilebilir.
İki yıl önce, az sayıda da olsa Rumlarla Türkler’in beraber yaşadığı eski adı: Yunanca adı Tenedos olan Bozcaada’da Avrupa Birliği kapsamında yapılan Türk-Yunan Dostluk Festivali’nde bir konuşma yapmak üzere bu güzel Ege adasına gitmeden resmen yasakladığımız idam cezasını kutlamak üzere yanıma bir şişe şampanya aldım. Konuşmamı yapacağım çok tipik bir Türk kahvesi-çay bahçesinde beni dinlemeye gelen köylülerle göz teması kurarak onlara aylarca önce Tuz/Biber adlı gazete köşemde (column) yazdığım yazıdan bir bölüm okudum. Bu yazı AB yolunda yasaklanması büyük kamuoyu tartışmaları yaratan ölüm cezasıydı. ‘Ölüm cezasını Avrupa Birliği’ne girmek için değil, çocuklarımıza bırakmak istediğimiz daha özgür, daha zengin ve şeffaf yönetilen bir Türkiye için kaldırmalıyız. Ölüm cezasını bize yakışmadığı için kaldırmalıyız!’ dedim. Fakat hemen arkasından, babamın çocukluğuna denk düşecek kadar yakın bir geçmişte kent meydanlarında ibret için asılan insanları seyrederek büyüyen bir önceki kuşağın anılarının ne kadar taze olduğunu anımsamak zorunda kaldım. Bu ürkütücü sahne Dickens’ın romanlarındaki eski Londra gibi buğulu, Fransızlar’ın icadından ötürü hiç gurur duymadıkları giyotinin bıçağı gibi keskin biçimde içimi soğuttu. Zaten; ‘Sallandıracaksın üç tanesini Sultanahmet’te, bak bakalım nasıl korkarlar!’ deyimi bir şaka olarak hala aramızda yaşamaktaydı. Bu grotesk şaka elbette canlı kültürel izler taşıyordu ve siyasal olarak yakınlık duymadığım eski başbakan Menderes’in (1961), hiçkimseyi öldürmedikleri halde siyasi düşünce ve eylemleri nedeniyle idama mahkum edilen üç solcu gencin (Gezmiş-İnan- Aslan) artık hayal meyal hatırladığım ölüm(1972) fotoğraflarını aklıma getirdi. Evet, benim kuşağımın da bir idam hafızası vardı işte!
8 Ağustos 2002’de Şarküleswat gazetesinde Arap gazeteci Emir Tahiri; ‘Yaz mevsimi bitmeden İstanbullu cellat ve iki yardımcısı artık işsiz kalacak.(…) Türk parlementosu idam cezasını kaldırınca cellatların görevi sona ermiş oldu.’ diye başladığı yazısında, İslam dünyasının en önemli yasaklarından birinin Türkiye’de kaldırılmasının İslam ülkelerinde bu konunun en azından tartışma açmaya yarayabileceğini yazdı. Zaten 18 yıldır ölüm cezasını uygulamayan dünyadaki tek laik Müslüman ülke Türkiye’ye belki de İslam ülkelerine bu konuda öncü olacaktır.
Aynı akşam Rumlar’dan kalan Özcan Hanım’ın bağ evinde Nilüfer’in nefis zencefil ve karanfilli patlıcan kebabını yer ve ölüm cezasının kaldırılışını İtalyan şampanyası patlatarak kutlarken aramızda köylülerden kimse yoktu. Biz yine ‘Tanzimattan beri- entellektüel Türkler biraradaydık ve aramızda tek bir köylü yoktu. O zaman çok sevdiğim bir Amerikan atasözünü hatırladım: ‘Özgürlük paraya benzer, harcanmadan kazanılmalıdır.’ Yanıbaşımızda Ege adasının iki yanından süzülerek buzuki, saz ve gitar sesleriyle kulaklarımıza ulaşan güzel bir Akdeniz şarkısı çalıyordu.
Bundan yaklaşık 2 yıl sonra tıpkı ölüm cezasının kaldırılışı sırasında yaşanan yoğun kamuoyu tartışmaları zina konusunda da yaşandı. Beni bütün bu tartışmalar sırasında en fazla keyiflendiren toplumda tartışılması bile sempatik bulunmayan konuların her kültürel ve ekonomik sınıftan Türkiyeli’nin gündemine girmesi ve açık açık tartışılmasıydı.
Geçen hafta 2004 yılının 6 ekim günü İstanbul sokaklarında dolaşırken mahallenin ilkokul eğitimli kasabından terzisine, yüksek eğitimli,ABD’den yüksek lisanslı lokanta işletmecisinden emlakçısına kadar herkesin televizyonlarının önünde Belçika’da toplanan AB parlementosu canlı yayınlarına odaklandığını ve heyecanla kararı izlediklerini görünce oğluma; ‘benim çocukluğumda aya giden ilk astronotu radyolardan naklen dinlerken DE Türkiye böyle tek kulak/tek göz olmuştu’ dedim. Aynı gün ev işlerine yardıma gelen Kadriye Hanım’a ‘Türkiye AB’ye girsin istiyor musun?’ diye sorduğumda, okuma yazması olmayan bu güler yüzlü Ege köylüsü kadın: ‘ Ben anlamam ama çocuklarımız için iyi olur diyorlar’ dedi. AB biz girene kadar kalır mı, çöker mi, ya da biz Türkiyeliler refah ve özgürlüğümüz artınca bize daima ikinci sınıf davranan Avrupa’ya nanik yapıp, üyelikten vazgeçer miyiz, bilmiyorum. Bildiğim; AB üyeliği konusunda Türkiye Kürdüyle, Lazıyla, Sünnisi ve Alevisiyle, aydını ve cahili ve kadını ve erkeğiyle tek kulak ve tek göz olduğu. Çünkü AB çocuklarımız için iyi bir Türkiye yaratacaktır. Ama bu tek taraflı bir ‘iyi gelecek’ umudu değildir. Çünkü genç ve eğitimli nüfusuylaTürkiye, AB ülkelerinin çocukları için de farklılığın, kültür zenginliğinin, yanyana demokrasi barışıyla yaşanacağının örneği olarak iyi bir dünya yaratacaktır. Hem söyledim ya, Batı bizim yüzyıllık rüyamız!
** Özellikle son romanlarım Kumral Ada- Mavi Tuna (Mediterranean Waltz) ve Uzun Beyaz Bulut-Gelibolu(The Long White Cloud-Gallipoli) ‘da sık sık vurguladığım Türkiyeli Türkler ve Doğu- Akdenizli kimliğimiz kavramsal olarak Türk entellektüelleri arasında şiddetli bir tartışma açmış, bazıları beni bu nedenle Avrupa hayranı olmakla suçlamış, bazıları da bu kavramı kucaklamıştır. Doğu- Akdenizliliğin, geleneksel Avrasyalı (Euro-Asian) kavramının farklı bir söylemi olduğunu hatırlatıyor, içinde Balkan, Ege, Kafkas, İran ve Orta-Doğu özellikleri olan Türkiye kültürünün 21. yüzyılda Doğulu ve Akdenizli özellikler taşıdığını, bunun bizim Doğulu özelliklerimizi inkar etmekle hiçbir ilgisi bulunmadığını düşünüyorum.
Buket Uzuner