Söyleşi – Aşiyan Edebiyat Dergisi


Aşiyan Dergisi’nin 17. Sayısından…

Buket Uzuner Söyleşisi

Bsg7z2eCIAAXWGf

“Tek bir ağacın bile kesilmesi demek, bir insanın damarlarından birinin kesilmesine denktir benim için.” diyen yazar, çevreci ve feminist Buket Uzuner ilk kitabı Benim Adım Mayıs ile 1986’da biz okurlarına merhaba demişti. Son kitapları Benim Adım İstanbul, Su/ Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları ve Ocak 2014’te çıkacan Bir Yılbaşı Hikâyesi ile okurlarıyla arasını soğutmadı.

İlk öykü kitabınız Benim Adım Mayıs’ta şöyle bir cümle geçiyor: “Pek iyi bir yazar olabilecekken, Dostoyevski’den sonra doğduğum için yazar olamam.” İlk öykü kitabınızdan bu yana kendi edebiyat yolculuğunuzu nasıl değerlendirirsiniz ?

Bu cümle aslında bana değil bir kitap kahramanına ait bir cümle, yani birincil şahıs anlatımlı bir cümle. Birincil şahsın ağzından hikâye anlatmak ülkemizde bazen problem oluyor maalesef. Balık İzlerinin Sesi romanımda Afife Piri isminde bir Türk kadın karakter var, zaten romandaki tek Türk karakter, diğer karakterler yabancı. Romanda Afife Piri diyor ki: “Ben Afife Jale ile Piri Reis’in torunuyum.” Romanda tabii herkes ona deli diyor. Roman da esasen toplumun normal dışı kabul ettiği insanların özgür, bireysel düşünceleriyle alakalı bir roman. (Ayrıca benim ikinci romanım yani benim de oldukça gençlik yıllarıma denk gelen bir roman.) Roman yayımlandıktan sonra yaklaşık bir yıl geçti ve bir gün bir sahafta Elinin Hamuruyla isimli bir kitap gördüm. Kitabın içeriği ülkemiz kadın yazarlarının biyografilerinden oluşuyordu. Anlatıldığım bölüme bir bakmak istedim. Şöyle başlamışlar biyografime: “Buket Uzuner falanca yıl filanca yerde doğdu. Kendisi anne tarafından Afife Jale, baba tarafından ise Piri Reis ile akrabadır.” O gün birincil tekil şahıs kullanarak anlattığım her şeyin benim zannedilme hatta bu örnekte olduğu gibi biyografimde dahi kullanılma durumu olabiliyor. Sorunuzda geçen cümledeki yakarış aslında hepimizin hangi alanda bir şeyler yapmaya çalışıyor olursak olalım o alanda bizden iyisinin daha önce yapılmış olmasıyla alakalı bir ilk gençlik çığlığı. Shakespeare, Mevlana okuduğumda da üzerimde benzer bir “Adam her şeyi yapmış.” hissi uyanırdı. Evliya Çelebi de başka bir örnektir benim için bu meseleyle alakalı. “O kadar iyilerini yapmışlar ki ben daha ne yapabilirim” diye düşünüyor insan ister istemez; fakat o acizlik hissi “bir deneyeyim, bir şeyler yapayım” duygusunu da kamçılıyor. Zaten yazında amaç en iyisini yapmak değil, kendi yapabildiğinin en iyisini yapmak; ama onu da insan ancak 30’lu yaşlarında kavramaya başlıyor. Bu anlama süreci güzel ve sancılı bir süreç fakat hayatta yapılabilecek en iyi şey kendi yaptığımızın en iyisini yapmak. Benim yapıp yapmadığımı tabii zaman belli edecektir.

Son romanınızın da Balık İzlerinin Sesi romanınızda olduğu gibi eylemlerin öncesinde yazılmış olmasına karşın Gezi Parkı eylemleri süresince yaşadığımız olaylara dokunan tarafları bulunuyor. Gezi Parkı’nın kesinlikle bir çevreci yönü var; fakat öbür taraftan yadsınamayacak siyasi bir yönü de var. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çevreyi ya da bizimle etkileşimde olan başka herhangi bir şeyi siyasetten ayıramayız. Siyaset zaten insan icadı bir şey tabiatta bulunan bir şey değil. İki insan yan yana geldiğinde, bu iki insan kardeş bile olsa -bunu Habil ve Kabil’in hikâyesinden de biliyoruz.- bir çatışma başlıyor ve bu çok normal; çünkü öncelikle biz kendi yapımızla, doğamızla çatışıyoruz. Mesela bir sabah hiçbir sebep yokken mutsuz kalkabiliyoruz. İnsanın kendi içerisinde uyumsuz bir yapısı var. Herkesin kendisiyle çatıştığı zamanlar oluyor ki bu çok doğaldır. Bu karşıtlıklardan yeni fikirler ortaya çıkıyor. Ben ekoloji, mikrobiyoloji ve fen bilimleri eğitimi aldım. Bizde çok güzel bir örnek vardır bu konu ile alakalı: Dış ortamdan tamamen izole çok güzel bir göl düşünün. Bir süre sonra dış ortamla temas olmayan bu göl, içerisindeki ekolojik hayatın gereksinimlerini tam olarak karşılayamaz ve göl çürümeye başlar. Bir şeyi tamamen kapattığınızda Dünya’nın en güzel şeyi de olsa dışa kapalılık onu bir süre sonra çürütmeye başlıyor. Düşüncede de dışakapalılık aynı şekilde tehlikelidir. Yeni fikirlerle çarpışmamız gerekiyor. O fikirlere katılmasak bile bu çarpışmalar sayesinde çok başka fikirler doğabilir. O yüzden çevre siyasetle oldukça ilgilidir. Örnek vermek gerekirse ben HES’e karşıyım. Bu karşı duruşumuz bazen çok klasik bir argümanla eleştirilebiliyor, bize diyorlar ki: “ Siz çevreciler çok romantik ve cahil bir duruş sergileyerek enerji üretiminin karşısında duruyorsunuz. Oysa ki enerji olmasa sizin de hayatınız olumsuz yönde etkilenecektir.” Ben de tabii ki elektirik kullanıyorum ve teknolojiyi çok seviyorum; fakat bunun cahillikle bir alakası yok. Çevre eğitimi de almış birisi olarak söylüyorum bunu, Türkiye gibi güneş, su ve rüzgârdan çokça faydalanılabilecek bir ülkede bu kadar çok HES’e ihtiyacımız yok. Tabiat bir halka gibi, biz bir yerde bir ağacı kestiğimizde bu hepimizin hayatını etkiliyor. Bu kadar açgözlü olmak zorunda değiliz. Gezi hareketinin altında da sadece çevreyi korumak amacı değil insanların kendilerine yönelik dayatmalara tepki göstermek amacı da yatıyor. İnsanlar kiminle evleneceklerine, nasıl yaşayacaklarına, kimi seveceklerine, kimden çocuk yapacaklarına karışılmasın istiyorlar. Bu duygu en cahil en köle ruhlu zannettiğimiz insanın içinde bile vardır; çünkü insan olma onuru budur ve inanın ülkelerdeki iç savaşların çoğunun çıkma sebebi budur. İnsanlar yaşam kaliteleri konusunda bir yere kadar taviz verebiliyor; fakat insanlık onuru konusunda hepimizin net birer çizgisi var. HES’lerin yapımında da bir dayatma söz konusu. HES’in yapılacağı bölgedeki dereyi, ağacı, bölgeyi kullanan insana sormuyorlar. Eğer HES’in yapıldığı bölgedeki insanlardan birinin bile onayını almadan yaparsanız siz bu işi, oradaki insanların onuru kırılmış olur ve aslında Gezi Parkı’nda olan şey de aynen böyle bir patlamadır.

New York Seyir Defteri adlı kitabın önsözü “Eski kocam Paris, sevgilim New York, can dostum İstanbul” diye başlıyor. Eski koca ve sevgili tabirleri bize geçiciliği çağrıştırıyor. Peki İstanbul’u bırakıp bir başka şehre yerleşme düşüncesi geçiyor mu aklınızdan hiç yoksa İstanbul sizin için gerçekten vazgeçilmez bir “can dostu” mu?

Benim için eski kocam ya da eski sevgilim geçici şeyler değil. Bunu şöyle düşünebilirsiniz: çocukluk arkadaşınızı çok sık görmeyebilirsiniz ama o sizin hayatınızın bir parçasıdır. O sizi kırmış olabilir ama yine de onu sizin hayatından hiçbir şey çıkaramaz çünkü onunla yaşadığınız dönem sizi siz yapmıştır. Bunu hiç sizin gibi düşünmemiştim yazarken. Onun için Paris ve New York benim hayatımın birer parçası. Fakat şimdilerde Paris’e o kadar ilgim kalmadı, Paris kendini yenilemeyi unutan bir şehir. Fransız kültürü kibrine yenildi diye düşünüyorum; çünkü 18. ve 19. yüzyıllarda Fransız kültürü hakim kültürdü dünya üzerinde. Önemli filozoflar, bilimsel gelişmeler hep Fransız kültüründen çıkıyordu. Attilâ İlhan kuşağı hep Fransızca okurlardı. Amerika’nın yükselişiyle beraber hakim dil İngilizce oldu. Fransız kültürü bunu kaldıramadı, kendini de yenileyemedi o yüzden şimdi Madrid daha çok sevdiğim bir yer. Benim kendime 20 yıldır söylediğim bir şey var, Mevlana’nın bir şiirinde söylediği gibi, kendimi bir pergele benzetiyorum. Bir ayağım Dünya’nın çeşitli yerlerinde hep geziyor fakat ötekisi İstanbul’da sabit. Ankara’da doğmuş olmama rağmen kendimi İstanbullu hissediyorum. Dünya’da böyle kozmopolit şehirler çok az, sayıları onu geçmez. İstanbul da bunlardan birisi sonradan New Yorklu, Parisli, İstanbullu olunabilir ama sonradan Çorumlu olunmaz. Bu çok az şehre nasip olan bir şey.

“İstanbul 2700 yıldır menepoza girmeyen tek dişidir.” diyorsunuz. Nedir sizin gözünüzde İstanbul’u dişi kılan?

Bu cümleyi kurarken çok düşündüm; çünkü yazı, tarih boyunca kadınlara yasaklandığı için sözlü edebiyatta kendilerini geliştirmişlerdir masallar, ninniler gibi. Kadınların yazılı olarak bıraktıkları eserler çok az. Son dönem araştırmaları yeni bir ihtimali göz önüne seriyor. Bazı şiirlerde, diğer edebi metinlerde ve buluşlarda bunları üreten erkeklerin -üretimin gerçekleştiği dönemde- çok çok yaşlı oldukları ve bu üretimin mümkün olmadığı, bu eser yahut buluşları onların genç eşlerinin oluşturduğu; fakat bir geçerliliği olması adına yaşlı kocalarına imzalattırmış olabilecekleri düşünülüyor. Bu düşünce bana da çok ters gelmiyor. Şiirleri, şehirlere karşı erkekler yazdığı için ve bu erkeklerin çoğu heteroseksüel olduğu için bir kadına yazılmışçasına oluyor bu şiirler genellikle. Bütün şehirler bu sebepten kadın gibidir, dişidir. Demin sizin de bahsettiğiniz önsözde biraz da bu yüzden eski kocam dedim eğer eski eşim deseydim bu kadar patırtı kopartmayacaktı. Buradaki çekişmem biraz da bir kadının eski kocam demesinin ahlaksızlıkla eşleştirilecek biçimde tabulaştırılmasına karşıdır aslında. Şehirler hep kadına benzetilmiş fakat New York benim gözümde hep çok erkek; çünkü çok yüksek binaları, cetvelle çizilmiş, numaralı sokakları var. Ankara’yı da erkek şehirlerin arasında sayabilirim, daha düzenli çünkü. Biz kadınlar o karmaşanın içinde barındırdığı kendine has düzenini seviyoruz. İstanbul içinden deniz geçen bir şey olduğundan ve su bereket ve doğurganlığı simgelediği için de dişi olarak görüyorum ben bu şehri. İstanbul’u dişi yapmamın bir sebebi de hâlâ göç alması. Bu, şehrin doğurgan bir şehir olduğunu gösteriyor. Çok romantik bir duyguyla yapmadım açıkçası. Oturup nedenlerimi alt alta koyduğumda realist bir bakışla da İstanbul’a yakışanın dişilik olduğuna karar verdim.
.
Bir çok ülkeye gittiniz, bu ülkelerde edindiğiniz deneyimlerden de yola çıkarak bize Türk edebiyatının dünyadaki yerinden ve geleceğinden bahseder misiniz?

Ben edebiyatın, sanatın ve bilimin olabilmesi için düşünce özgürlüğünün olması gerektiğine yürekten inanan bir insanım. Türk edebiyatının yurtdışında tanınmıyor oluşuna çok üzülüyorum. Çok değerli yazarlarımız var ama ülkemizde, en çok gazaba uğramış, acı çekmiş insanlar yazarlarımızdır. Bizim kuşağımıza kadar yazarlar hep vatan haini olarak görülmüşlerdir. Biz belki de -Ben, Murathan Mungan, Latife Tekin, Hasan Ali Toptaş, İhsan Oktar Anar hepimiz aynı kuşak yazarlarız.- yazarak geçimini sağlayabilen, vatan haini olarak görülmeyen ilk yazar nesilizdir. Yazarlık ilk defa bizim neslimizde iş olarak görülmüştür. Sait Faik ile ilgili çok meşhur bir hikâye vardır. Ne iş yapıyorsunuz diye sorduklarında yazarım der Sait Faik ve “işsiz” olarak yazarlar iş hanesine. Sevgi Soysal’ın da yazarım dediği için iş hanesine “ev kadını” yazılmıştır ve bunlar 20. yy’ın ortalarında oluyor çok da eski tarihlerde değil. Düşünce özgürlüğünün edebiyatımızın geleceğine şekil vereceğine çok inanıyorum. Edebiyatın dini, ırkı olmaz. Bu tip kalıplandırmalar insanların duygularını istismar ederek kitap satmak için yapılıyor. Bana küçükken annem Victor Hugo’nun Sefiller kitabının çocuklar için sadeleştirilmiş halini okurdu. O yıllarda Cosette’in hikâyesi ilgimi çok çekerdi. Cosette çok fakir bir kız. Victor Hugo bunu öyle bir anlatmış ki; Cosette o romanda Avrupalı, Hıristiyan fakir bir kız değil sadece fakir bir kız. Bu kitabı okurken annem bana Cosette’i ben hiç Avrupalı ya da Hıristiyan bir fakir çocuk olarak düşünmedim. Ben zannediyordum ki, Cosette bizim arka sokağımızda oturan fakir bir kız ya da bir yetim. Hiçbir zaman onun yabancı olduğunu düşünmedim. İşte bu safi insani duyguları aktardığı, dine, millete önem vermeyerek tamamen insancıl bir bakışla yaklaştığı için Victor Hugo çok büyük bir yazar. “Edebi dedelerimden” Goethe’yi çok önemserim; çünkü Goethe bundan 150 yıl önce edebiyatta dünyada İngiliz edebiyatı, Alman edebiyatı, Türk edebiyatı diye ayrımlar olmadığını söyler üstelik bunu milliyetçiliğin en kuvvetli olduğu zamanlarda söyler. Sözünün devamında Goethe: “Dünya’da sadece edebiyat vardır, o da insanı anlatır.” diyor. O insanları büyük yapan; tüm insanları, tüm milletleri eş tutan tavırları, tutumları oluyor. Genç Werther’in Acıları’nı yazdığı için tabii ki çok değerli bir yazar; fakat bunu da söyleyebildiği için ölümsüz bir yazar olmuştur Goethe. Türk edebiyatının önündeki en büyük sorunun bu olduğuna inanıyorum. Düşünce özgürlüğü sorunumuzu aşmamız gerekiyor. Bizim de çok yetenekli yazarlarımız var, yetenek zaten herhangi bir ırka, dine ve cinsiyete ait bir kavram değildir. Bunun aksini düşünen insandan zaten kimseye hayır gelmez. Türk edebiyatı çok gelişecek, çok serpilecektir. Bu yolda önümüzdeki tek engel, istediğimizi söyleme özgürlüğümüzün olmaması. Farklı düşünenin de sizin kadar haklı olduğunu kabul etmediğiniz sürece sağlıklı bir üretim ortamı ve ürün oluşturamazsınız. Bütün doğu -Japonya’yı ayrı tutuyorum.- ve İslam dünyasında ben inanıyorum ki bunu ilk başaran da Türkiye halkı olacaktır. Bizim gibi düşünmeyenin -şimdilerin moda tabiriyle “öteki”nin- de haklılığını kabul etmemiz gerekmekte her şeyden önce.

Yazarın cinsiyeti karşı cinste bir kahramanı yazmasını ne kadar etkiler?

Ben yazarın yazdığı konu içinde cinsiyetini kaybettiğine inanıyorum. Bir masayı yazarken masa oluyor yazar, bir erkeği yazarken erkek, kadını yazarken kadın oluyor. Bu tamamen empatiyle ilgili; çünkü edebiyat empati sanatı bence. Mesela Ahmet Altan’a çok yapılıyordu bu “bir kadını ne kadar güzel anlatıyorsunuz.” Ben bunun hakaret olduğunu düşünürüm. Çünkü anlatmak zorunda zaten, yapamıyorsa yazar olmasın. Bir kadın yazarın erkeği anlatabilmesinde bir deha yoktur. “Tuna’yı ne kadar güzel anlatmışsınız, siz Ada mısınız yoksa?” diye sormuşlardı. “Hayır ben Tuna’yım” demiştim, o kadar yanlış anlaşıldı ki. Onlara Gustave Flaubert örneğini verdim. Madam Bovary yayınlandığında çok beğeniliyor ve Flaubert’e de sorulduğunda ben Madam Bovary’yim diyor. Adam aslında bu sözle, ben onun acısını anladım diyor. Bir de kadın yazar sesi ve erkek yazar sesi var, o farklı bir şey. Onda kadın konularına duyarlı olmak var. Tabii ki bir erkek doğumu anlatabilir ama bir kadının doğumu anlatması gibi bir erkeğin anlatabilmesi mümkün değil. Fakat bu da şöyle bir soruya getiriyor bizi: Bir uyuşturucu bağımlısının hayatını anlatmak için uyuşturucu mu kullanmalı? Attilâ İlhan’a bir gün bir uyuşturucu kullanıcısının hayatını yazmak istediğimi söyledim, (bir kullanıcıyı tanımıştım, gördüğü halüsinasyonları anlatıyordu, onun anlattığı renkleri anlatabilmek istiyordum) anlatabilmek için biraz kullanmam gerektiğini düşündüğümü söyledim. O da gülerek “Çocuğum,” dedi -bana hep “çocuğum” derdi- “peki bir fahişeyi anlatmak istedin, ne yapacaksın?”.

Bir yorum ekleyin

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir