> BUKET UZUNER
Fotoğraf: Şahan Nuhoğlu
“Gitme!” dediler. Yazar, gazeteci, insan hakları savunucusu tanıdıklarım, hatta uzun zamandır görüşmediğim akrabalarım- nereden duymuşlarsa artık?- arayıp “gitme!” dediler. Edebiyat ajanım Key West’teki tatilini bölüp, telefon etti: “gitme!” dedi. “Tam otuz üç yıldır kendi halkına nefes aldırtmayan, ülkesini soyup soğana çevirmiş, evrensel adaleti, basını ve eğitimi yok etmiş, sanat ve edebiyatı havasızlıktan boğmuş, kendisiyle alay edildiğini sanarak insanlara gülmeyi, eğlenmeyi, dans etmeyi, çocuklara sakıncalı tekerlemeler ve internet yasakları nedeniyle sokakta ve bilgisayarda oyun oynamayı unutturmuş ‘Bir Adam’ın ülkesine gitme!”
Üyesi olduğum Türkiye PEN, Yazarlar Sendikası, Edebiyatçılar Derneği, SırtÇantalılar, Ankaralı Gezginler, Oceans, Greenpeace, Trust4Good, İklim veÇevre, Buğday, Slow-Food, ODTÜ-Mezunlar gibi dernekler de dolaylı yoldan oraya gitmemi uygun bulmadıklarını ima etmişlerdi zaten. Aslında yıllardır Türkiye içinde ve dışında pek çok edebiyat etkinliğine katılmış biriyim, ancak böyle büyük boyutta bir kaygı ve ortak sesle daha önce hiç karşılaşmadığımı itiraf etmeliyim. “Bir Adam” yönetiminden önce Türkçe dâhil dünya dillerine çevrilmiş onlarca yazarı olan ülkede yıllardır ilk kez uluslararası bir edebiyat festivali düzenleniyordu. Bu, içine düştükleri “Bir Adam” yalnızlık ve yoksulluğundan kurtulmak için can havliyle atılmış bir adım olmalıydı. Çünkü ülkedeki bağımsız tüm gazeteciler hapsedilip, yazarlar sürgüne gitmek zorunda kalınca, eski sendikacılar sindirilip, renkler soldurulup, özgürlük ve çeşitlilik yok edilince, o cânım doğal güzellikler Batı’dan turist çekmez hale gelmişti. Şimdi bütün bunların yarattığı ekonomik durgunluğu aşabilmek için “Bir Adam” festivaller düzenleterek imajını düzeltmeye çalışıyordu.
Ülkede edebiyatçı kalmayınca, edebiyat festivali de üst üste üç kez “Bir Adam Geleneksel ve Ulusal Edebiyat Ödülü” almış, sonradan görme zengin bir iş adamının himayesinde organize edilmişti, ama o kendini yazar sanıyordu. Türkiye’den davet edilen diğer yazarların haklı siyasi nedenlerle katılmak istemediği bu festivale benim ilgimse tamamen insanîydi. Babam, hayatının son otuz yılını bize komşu bile olmayan bu ülkeyi tek başına mahveden “Bir Adam”a eşsiz küfürler ederek geçirmişti. Kim bilir, belki de rahmetli babama karşı son görevimi yerine getirmek için olarak oraya gitmek istiyordum? Belki de başka bir şeyin peşinde, başka bir arayıştaydım? Ah bu bilincimin altı!
Artık olan olmuş, orada başıma gelecekleri ve Türkiye’ye dönünce bana haklı olarak yöneltilecek sert tepkileri göze almıştım. Eşyalarımı topladım ve Atatürk Havalimanı’na gittim. Buraya kadar son derece metanetli ve cesurdum. Ama tam uçağa binmek üzereyken telefonum çaldı ve beş yıldır sesini bile duymadığım eski kocam arayıp, onu affetmem için ağlayınca, elim ayağım çözüldü. “Bir Adam”ın uzak bir ülkedeki vicdanları bile azaplaması beni sarsmıştı. Ah kötülük nasıl bulaşıcı ve güçlüsün! Acaba bu gezegende 200 bin yıllık geçmişi olduğunu tahmin ettiğimiz, 7 milyar nüfuslu insan türünün kötülükten daha güçlü bir icadı yok muydu? Çünkü “Bir Adam”, ülkesine davetli olarak giren bağımsız ve özgür bir yazarın bile orada güvende olamayacağının korkusunu, beni bir zamanlar çok incitmiş bir kişinin vicdanına kadar salmayı başarmıştı ve korkuyla beslenen bir iktidar hastası için bu, kuşkusuz bir başarıydı. Eski kocamı teselli ettim, ama onu affetmedim.
“Bir Adam”ın bir zamanlar Akdeniz’in turizm cennetlerinden biri olarak anılan, bölgesinin en canlı, geleceği parlak, genç nüfusu ve yaratıcı beyinleriyle dikkati çeken, annemle babamın güney sahillerinde geçirdikleri balaylarını anlata anlata bitiremedikleri ülkesinin, eskiden dünya havayolu şirketleri arasında saygın bir yeri olan ulusal havayollarına ait uçağa bindiğimde içerideki ürkütücü sessizlik dikkatimi çekmişti. Türkiye’ye tatile gelmiş ülkenin “Bir Adam” yandaşı zenginleri uçağa biner binmez Atatürk Havalimanı’ndaki neşeli hallerinden sıyrılmış, erkekler sarı kravat takmış, kadınlar boyunlarına sarı eşarp bağlamıştı. Herkesin yüzü asılmıştı. Çıtları çıkmayan çocukların başlarına önünde sarı bir kitap logosu bulunan rozetlerle süslü bir örnek lacivert şapkalar takılmıştı. Sarı Kitap, “Bir Adam”ın ünlü kitabıydı ve yirmi dile çevrilerek yirmi ülkedeki büyükelçiliklerinden oranın ileri gelen kanaat önderlerine dağıtılmıştı. Sarı kravat ve sarı eşarplı kabin görevlileri dâhil uçaktaki tek yabancı bendim, bana da boynuma bağlamam için sarı eşarp verilmişti ve daha kendi ülkemdeyken içime bir gurbet sancısı çöküvermişti.
Uçak havalandığında havayollarının “Bir Adam Havası” adlı dergisindeki çok zevksiz, kitch binaların önünde dikilen mutsuz suratlı, umutsuz bakışlı, sarı kravatlı, sarı eşarplı insanların fotoğraflarına bakıyor, dillerini anlamasam da propaganda olduğu anlaşılan makaleleri inceleyip, ülkenin iki ulusal içkisinden biri olan dünyanın en sarı limonatasını yudumluyordum. Bu sırada içim geçmiş, dalmışım. Birden büyük bir gürültüyle uyandım ve gördüklerime inanamadım! Uçakta daha önce hiç konuşmadan sert ifadelerle oturan yolcuların hepsi ayağa fırlamış, sevinç çığlıkları atarak birbirlerine sarılıyor, çocuklar gıdıklanmış gibi kıkır kıkır gülüyordu. Önce rüya görüyorum sandım ama hayır, çimdiğimin acısını hissediyordum. Acaba uçak düşüyor da korkudan mı delirdiler, diye korktum ama bu insanlar besbelli hakiki sevinçten uçuyorlardı. Sevincin sahtesi yoktur! Pencereden bakıp, aşağıda yolları ve çatıları sarıya boyanmış binaları görünce uçağın çoktan inişe geçtiğini anladım. İyi de uçak inerken kemerler bağlı, koltuklar dik ve masalar kapalı olmaz mıydı? Hele “Bir Adam”ın ülkesinde kurallara uymamak çok tehlikeli değil miydi? O sırada kokpitin kapısı açıldı ve elinde yeni patlatıldığı belli köpükler içinde bir şişe şampanyayla, kaptan pilot olduğunu tahmin ettiğim uzun boylu, yakışıklı bir adam yüzünde bembeyaz bir gülüşle belirdi. Neşeyle bağırarak şampanya şişesini şerefimize kaldırdı ve ellerinde kadehlerle etrafını saran kabin memurlarıyla paylaştığı içkiyi sanki sevinçten ölmeden öncesiymiş gibi son mutluluk telaşıyla içti. O zaman uçak yolcularının sarı kravat, eşarp ve şapkalarını çıkartıp havaya fırlattıklarını gördüm. Uçağın içi bir anda havadan yerlere düşen sarı renge boyanıvermişti! Ben de öyle yaptım. Yanımdaki kadına bildiğim bütün yabancı dillerde neler olduğunu sordum. Kadın, kendi dilinde bir şey söyleyip, sarılıp yanaklarımdan öptü. Onun yanında oturan yaşlı kadınsa sevinçten ağlıyor ve kendi dininin kutsal kitabını açmış, dua ediyordu. Sevinç ve mutluluğun, kötülük ve umutsuzluktan daha güçlü olduğunu unutmuşum! Nedenini bilmesem de çevreme yayılan mutluluk ve umut bana da bulaştı ve ben de “Bir Adam” Havalimanı’na gülümseyerek indim.
Havalimanı da uçağın içi gibi çok mutlu bir curcuna içindeydi. Polisler ve güvenlikçiler sanki dünyanın en komik fıkraları birbirlerine anlatıyor gibi kesintisiz bir kahkaha patlamasına kapılmış, gülüyorlardı. Pasaport kontrol kulübeleri boştu, kimse benim pasaportuma bakmadı, son gördüğüm gümrük yetkilisi elimi sıkıp, yanaklarımdan öptü. Sahiplerinin almayı unuttuğu valizler bile neredeyse dans ederek kayışta dönüyor, havalimanının önündeki taksiler kapıları açık bırakılmış olarak boş bekliyordu. Edebiyat festivalinin yapılacağı otele beni götürmek üzere gelmesi beklenen kişiden iz yoktu, zaten onun da biraz sonra göreceğim sokaklarda dans edip, halay çeken kalabalığın içinde olduğunu düşünmemek için hiçbir nedenim kalmamıştı. Ben de mecburen valizimi tekerlekleri üzerinde sürükleyerek kalabalık sokaklara daldım. O zaman evlerin balkon ve pencerelerine bayrak asan yüzlerce kadının sokaklarda dans edenlere el sallayarak, hep birlikte şarkı söylediğini fark ettim. Şehir bayraklarla donatılıyorken, esnaf da dükkân vitrinlerine manasını bilmediğim bir kelimeyi sevinçli bir telaşla yazmakla meşguldü. Şehrin içine doğru yürüdükçe lokantaların da kapılarına aynı kelimenin asılmış olduğunu gördüm. Ulusal içki olan limonata ve “Bir Adam Sarısı” bira dışında başka içkinin yasak olduğu ülkede tıpkı pilotun zulada sakladığı gibi kenardan köşeden çıktığı belli olan şarap, votka, şampanya şişelerini vatandaşların ellerinde dolaşıyor, şehrin değişik köşelerinden daha önce sadece “Bir Adam”ın sevdiği şarkı ve marşları çalmak zorunda olan ulusal orkestraların seslendirdiği cıvıl cıvıl polkalar, valsler, tangolarla birlikte muhteşem Akdeniz ezgileri havaya yayılıyordu. Biraz soluk almak için yol üzerindeki lokantalardan birinin önündeki masaya oturdum. Masanın üzeri içecek ve yiyecekler doluydu, birden acıktığımı fark ettim. Bu arada henüz yanımdaki Türk Lirasını ülkenin parasına çevirmeye fırsatım olmasa da yediklerimi ödemek istediğimi söylemek için bir garson aradım, ama büyük olasılıkla o da önümde dans eden kalabalığın içindeydi. O sırada kendi kendine göbek atarak lokantaya giren orta yaşlı bir kadın elimdeki parayı görünce, beni dürterek kapıdaki yazıyı gösterdi. Sonra da baş ve işaret parmaklarını birbirine sürterek evrensel para işareti yaparak elini havaya doğru savurdu ve dünyanın en şen kahkahasını attı. Aaaa? Bedava mı? Demek vitrinlerde “bedava” yazıyormuş! Bir kahkaha da ben attım. Paranın bile önemsizleştiği, insanların kardeşçe kucaklaşabildiği bir mutluluk ancak derin umutsuzluğun ardından parlayan büyük bir umutla yaşanabilir! Dünyanın büyük kısmını gezmiş, tarihe meraklı biri olarak bu insanların bu kadar büyük sevinçle neyi kutladıklarını hâlâ anlayamamış olmak artık beni meraktan çatlatıyordu. Ne olmuştu burada? Mutlaka öğrenmeliydim. Tam o anda telefonum çaldı, Türkiye’den erkek arkadaşım arıyordu. “Sen duymuşsundur nasılsa ama…” dedi gülerek. “Neyi?” diye bağırdım. “Aaa duymadın mı? O ölmüş!” dedi.