“Bir edebiyat yazarının başına gelebilecek birçok hazin durum vardır. Bunlar arasında
o yazarın kendi ülkesi dışında sevilip okunması ve tanınması da vardır. Ne zaman
Amerika’ya gelsem Paul Auster’ın kendi ülkesinde hatta yazarlar tarafından bile
tanınmadığına şaşkın bir üzüntüyle yeniden tanık olurum” diye yazmıştım 1999
yazında New York’tan. O zaman gerçekten de böyleydi. New York Şehri’nde
konuştuğum üniversite öğrencileri, geceleri oğlumu babasına bırakıp, Shakespeare
dersleri almak için kaydolduğum felsefe okulundaki sınıf arkadaşlarım, tanıştığım
bazı Amerikalı yazarlar, Barnes and Noble adlı büyük kitapçı zincirlerinde çalışan
görevliler, entelektüel avukatlar, yerel kütüphane idarecileri… Hiçbiri Paul Auster
adını duymamıştı ve bana o zamanlar bir Amerikan hastalığı gibi görünen ama
artık ne yazık ki, bize de gerekli olan: anlaşılmayan sözcükleri tek tek harfletmeye
çalıştılar: P-A-U-L- A-U-S-T-E-R. Romanlarını severek okuduğum, edebiyatını çizgi
roman ve sinemaya akraba kılmaktan çekinmeyecek kadar atak ve iyi yazar Paul
Auster, şurada hemen şu önümüzdeki güzelim Brooklyn Köprüsü’nün öbür ayağının
altında yaşıyor, hani şu “Sunset Park” mahallesi civarında, diyordum… Henüz “Sunset
Park”ı yazmamıştı. Benzer bir duyguyu Paris’te Romain Gary’i tanımadıklarında
yaşamıştım.
1999 yazıydı, yaklaşık bir yıldır New Yorklu olmuştum. Yeni milenyum başlamak
üzereydi; insan medeniyeti için hâlâ umutlu bir geleceği ‘hayal etmek’ hastalığına
yakalananlardan biri olarak ben de çok yakında dünya tarihine insanlığın armağan
ettiği(!) yeni bir lânet olarak New York’taki her biri 110 katlı, 405 m. uzunluğundaki
ikiz kulelere çarpacak iki uçağı aklımın köşesine bile getirmiyordum. O sırada
Cumhuriyet Gazetesi’ne yazdığım “New York Mektupları”nda: “Son kitabı Timbuktu
geçen ay Amerika’da yayımlanan Paul Auster yalnızca Türk edebiyat okurunun
değil, Avrupa’nın birçok ülkesinde yakından izlenen bir modern edebiyat yazarı.
Kendisine “Amerikalı Kafka” diyenler olduğu kadar, hakkında “50 yaşının altındaki
en büyük Amerikalı yazar” (Tatler) , “Edebiyatın yaşamın içinde de soluk aldığını
gösterebilen o ender entellektüel uyarıcı kurgu yazarlarından” (ChicagoTribune) diye
anlatıyordum.
KARA DUMANIN ARDINDAKİ ŞEFKATLİ HÜZÜN: PAUL AUSTER
Edgar Allan Poe, Beckett ve Melville’in edebiyatından etkilendiğini kendisi de
belirten Paul Auster, daima erkek, çoğunlukla yazar, sık sık tutunamayan roman
karakterlerinin kimlik kaybını dilsel anlatımla çözmeyi denediği ve felaketler
ile ‘baba-kaybı’ temalarına fazlaca tiryaki olduğu yolunda eleştirilse de, o sadece
kendi sesini yaratmış bütün yazarlar gibi kendi okurunu da bulmayı değil, Dünya
Edebiyatı’nda da kendi edebî evini de inşa etmeyi başarmıştır. Çoğunlukla “En iyi
yazar kendisiyle tanışılmamış olandır” düşüncesini benimsemek durumunda kalan
bendeniz, 1999 yazında onun okuma ve imza gününe gidip, tanışmış kitaplarını
imzalatmış ve şöyle yazmıştım: “Okuma yapılacak salonun bir saat önceden tıka basa
dolmasına neredeyse Auster kadar seviniyorum. Derken, alkışlar arasında utana sıkıla
yürüyen onu görüyoruz. Yeni kitabından ilk 25 sayfayı okuduktan sonra aldığı coşkun
alkışlardan yine utanmış, fotoğraflarındakinden daha yakışıklı ve genç bir Paul Auster
sade giysileri içinde oturup, imzaya başlıyor. Bir Türk yazarı olduğumu söyleyince
hemen ilgileniyor ve imza kuyruğu görevlisi hanımın homurtularına karşın orada suç
sayılacak kadar(!) bir süre sohbet ediyoruz” Daha sonra kendisi de yazar olan ve bir
edebiyat kolonisinde tanışıp, kısa bir söyleşi yaptığım karısı Siri Hudvest de Auster’ın
romanlarına hayran olduğunu söylüyor.
Şimdi artık PEN Amerika’nın başkan yardımcısı olmak, Amerikan Sanat ve Edebiyat
Akademisi’ne seçilmek ve Arthur Miller, M. Vargas Llosa, Günter Grass’ın daha
önceden aldığı Prince of Asturias ödülünü almakla onurlandırılan Paul Auster 2011
Kışında, çok okunan Sunset Park romanında edebiyatına “… ülkelerini eleştiren pek
çok yazar ve gazetecinin hayatını ve güvenliğini tehdit eden Türk Ceza Yasası’nın
301. Maddesi…” (s:207) olarak girmiş oluşumuza sevinerek üzülmemek elde mi?
Adresi , ‘Polisiye roman’ın edebî gerilim adresine kayıtlanmış görünen Paul Auster,
bence sessizce yayılan sinsi bir kara dumanın arkasındaki şefkatli hüznün yazarıdır.
*Yazıdaki alıntılar New York Seyir Defteri’ndendir.
***
OKUDUKLARIM
“Bir Kadıköy’oğlu”
Hulki Aktunç/ Heyamola yay. İstanbul 2010 Ajansı İstanbulum dizisi:21) Kadıköy’ü
ancak iyi bir şair böyle lokum gibi anlatabilir. Hele bu şair bir de “Argo Sözlüğü”
yazmış bir hınzırsa. Bir edebiyat şenliği, teşekkürler Hulki Aktunç’a!
***
Gördüklerim
Picasso- Resim Neyi Anlatır (VCD)
Digital Kültür Yayınları. 40 dakikalık filmler olarak hazırlanan “Resim Neyi anlatır?”
hem çok ekonomik, hem de edebiyatseverlere resim okumayı öğretiyor.
***
DiNLEDiKLERiM
Celso Fonsea (CD)
Brezilya kokusu ve rengiyle kulağınıza doluyor.
Aradan geçen yıllarda Paul Auster sık sık romanlarında 11 Eylül temasını kullandı,
hem de artık kendi ülkesinde de okunan bir yazar…
09.02.2011