“Adım Mayıs.
Mayıs’ın dördünde doğmuşum. Mayıs olsun adı, demiş annem.
Babam da sevmiş bu adı. Adım Mayıs.
Santiagoluyum ben.
Tıpkı bir kan damlası gibi sıcak, canlı, renkli…
Tıpkı bir kar çölünde gibi yapayalnız, uzak bir damla Latin kırmızısı…
Adım Mayıs.
Mayıs’ın dördünde doğmuşum.
Benim adım Mayıs.”
STOCKHOLM’DE ÖLÜM
Buket Uzuner
(Death in Stockholm) –
Daima dostum B.L. için –
“ASKERE gitmeyi reddettiğim için, babam da beni evlatlıktan reddetti.”
Sinirli bir kahkaha atıyorsun. Şakaklarında damarlar dışarıdan görülür biçimde zonkluyor. “Askere gitmek yerine, iki yıl düşük ücretle sivil görevli olarak çalışacağım. Belki bir çocuk yuvası, belki bir Barış Enstitüsü ya Afrika Yardım Programı’ nda.” Durup dağılmış parçalarını topluyor, boğazını temizliyor, daha sakin devam ediyorsun: “İki yıl uzun bir süre, ama olsun. Hiç değilse barış için çalışmış olacağım!” Cebinden bir paket sigara çıkartıyorsun; Prince. Çakmağı yakarken ellerinin titrediğini görüyorum. Oturduğun yerde iğneler varmış gibi kıpır kıpır, rahatsızsın. “Uzun bir dilekçe yazdım. Neden savaşa karşı olduğumu, silahlara ve savunma bütçelerine harcanan paranın kısılması gerektiğine inandığımı anlattım. Bu nedenle askere gitmeyi reddettiğimi belirtip, imzaladım.” Bir an durup, beni süzüyorsun. Hiç tepki vermeden dinliyorum. “Dilekçemi Savunma Bakanlığına yolladım. Bir kopya da babama postaladım. Benimle gurur duyar diye…” Yine dağılıyorsun. Şakakların atmaya başlıyor, gözün seeyriyor. Tıpkı bir oğlan çocuğu gibi oturuyorsun karşımda. “Benim gibi bir oğlu olmadığını yazdı bana. Zaten beni hep beceriksiz ve idealist bulurdu babam, böylece kurtulmış oldu benden, hah ha!” Berbat bir kahkaha, vahşi bir sesle ağzından fışkırıyor. Bakışıyoruz. Beceriksizce toparlanmaya çalışıyorsun. Titreyen ellerin yeniden Prince paketine uzanıyor. “Ellerim hep böyle titrer benim, yeni bir şey değil!” diyorsun. Sesinde apaçık bir kafa tutma var. Sarı ipek saçların, başında ipil ipil salınıyorlar. Gözlerinin yumuşak, berrak maviliğinde bazen inatçı parıltılar yanıp sönüyor. Sakalın saçlarından bir ton koyu. Burnun çok özenerek, kalemle çizilmiş gibi düzgün, kanatsız, ucu kalkık. Çok güzel iri dudaklar, sağlıklı bembeyaz dişler. Bebek teninde ne bir sivilce, ne bir özür. Her şey öyle mükemmel, öyle göz alıcı ki; seyretmeye doyamıyorum. Böylesi bir güzeelik gerçekten var olabilir mi? Olursa, bana bu kadar yakından kendini seyrettirebilir mi? Gerçek misin diye dokunmak istiyorum, düş kırıklığına uğramaktan çekinip vazgeçiyorum. Onun yerine eve dönüp ‘Venedik’te Ölüm’ü bir kez daha okuyorum.
Bir film şenliğinde tanışıyoruz. Fransız Sinemasını çok iyi tanıyor, uzun uzun anlatıyorsun. Fransızcanın aksansız olduğunu anlıyorum hemen. Uzun boyuna bakıp, seksenbeşten fazla olmalı diye düşünüyorum. Dar kalçaların ve uzun bacakların sımsıkı bir kadife pantolonun içinde çok çekici görünüyor. Şık bir gömlek üzerine, nefti bir süveter giymişsin. Kahverengi süet montun ve botların var. Tırnakların düzgün kesilmiş, ellerin bakımlı ve sürekli titriyor. Amerikan sineması ucuz filmler için çok para harcıyormuş… Lafını pat diye kesip, soruyorum: “Bu kadar yakışıklı olmak nasıl bir şey?” Şaşırıp kalıyorsun. Biraz utanıp, sonra sevinçle gülümsüyorsun. “O ben miyim?” Evet, seni hem çok güzel, hem de çok yakışıklı buluyorum. Dakikalarca, bazen saatlerce seni seyrediyor, yine de bıkmıyorum. Dehşetli bir haz bu! Ne zaman sokakta beraber yürüsek, kadınların kıskanç bakışlarını üzerimde duyumsayıp, kıkır kıkır gülüyorum. Oysa sen bütün bunları görmezden geliyorsun hep. Çünkü:”güzelliğin kalitesi olmalı” diyorsun. Tepeme dikilip, güzelliğin, akıllı ve aydın olmak anlamına geldiğini binlerce kez tekrarlıyorsun. Kendi güzelliğini “vulgar” buluyorsun. Kavgalar ediyoruz.
-Alooo, Evet. Bir daha söyler misiniz?
-Yoksa sen misin Lasse?
-Heyy,neredesin?
-Stockholme’e mi gidiyorsun?
-Dur bir dakka, şimdi neredesin?
-Harika!
-Efendim?
-Ayy çok heyecanlandım
-Sesini duymak ne güzel
-Elbette çok isterim
-Nasıl özledim seni
-Tamam
-Yeri ve tarihi iyice belirt
-İki günde gelir mektubun
-İnanamıyorum ki!
-Çok sevindim
-Tamam
-Hoşçakal, Ha det bra!
“Yine de bende bir şeyler eksik!” Somurtup bakıyorsun yüzüme. “Hayır” diyorum. “Bu senin kuruntun. Haksızlık ediyorsun kendine. Üç yabancı dili aksansız konuşuyorsun. Felsefe tahsil ediyorsun. Çılgınlar gibi okuyorsun – Carlos Castenade krizindeydin o günlerde. – Resim ve sinema bilgin, uzmanları kıskandıracak denli zengin. – Geçen hafta resim klübünde Francis Picabia saatinde seni yine güçlükle kürsüden indirebildik. – Sonra biliyorsun, inanılmaz bir güzelliğin var…” “Yine de bende bir şeyler eksik.” “Saçmalama Lasse, harika bir insansın sen. Söyle bakalım, cebindeki son parayı Küçük Paris Lokantasında balıklı krep suzet yemeye yatıracak çılgın birisini tanıyor musun?” İlgisiz görünmeye çalışarak, ama bütün kulaklarınla dinliyorsun. “Sonra, sevgilisi en yakın arkadaşıyla çekip gitti diye bir yıl dünyadaki bütün kadınlardan nefret edip fakat yeniden ‘Dünyanın en harika kadınına’ çıldırmış bir heyecanla âşık olacak kadar duygusal, salak bir başkasını tanıyor musun? Galiba çok mükemmelsin ve bu da sana bol geliyor, bunalıyorsun!” Ciddi miyim diye yüzümü arıyorsun. İnanınca, sevinçle gözlerin parlıyor. Kollarını boynuma dolayıp, soruyorsun: “Sahi beni böyle mi görüyorsun?” Öfekelenip, yerimden fırlıyor, bağırıyorum: “Hayır, seni böyle görmüyorum, sen böylesin!” Güzel yüzün gölgeleniyor, surat asıyorsun. “Yine de senin gibi olamıyorum. Benden yalnızca iki yaş büyüksün, ama on yıl fazla akıllın.” Çaresiz bir sesle bininci kez tekrarlıyorum: “Çünkü hangi konularda kendime güveneceğimi bi-li-yo-rum!” Suçlu suçlu yüzüme bakıyorsun: “Gördün mü, bende bir şeyler eksik.”
-Aloo, aa merhaba, nasılsın?
-Evet, mektubunu aldım. Vize alabilirsem geleceğim
-Evet iki gün için vize
-Hayır, şaka yapmıyorum, vize gerekiyor
-Bir aksilik çıkmazsa haftaya Sockholm’de olacağım
-Ne harika değil mi?
-Ah seni ne çok özledim sevgili Lasse!
-Ben de
-Efendim?
-Ben de merak ediyorum, sakalın uzun mu?
-Sürpriz mi? Peki.
-Hayır, en ucuzu feribotla gelmek
-Viking Line
-On dört saat sürüyor
-Tamam. Hoşçakal
-Hei.
“Ne zaman sinemaya, lokantaya, ya da konsere gitsem, bütün başlar bana dönük, işte yine yalnız, işte yine burada diye düşünüyorlar. Bakışları derimin altına dek giriyor. Kaşıntı yapıyor, terliyorum… Ne paranoyak değil mi? Ha hah.” Deli bir kahkaha atıyorsun. “Evet” diyorum. “Gerçekten öyle. Fakat neden başkalarının ne düşündüğünü bunca çok önemsiyorsun? Biraz da kendini düşünsene Lasse.” Yanıma gelip oturuyorsun, ne güzel kokuyorsun yine. Gözlerini yüzüme dikip, beni seyrediyorsun. Bense bu güzelliğe doyamıyorum bir türlü. Ne katıksız, ne olağanüstü bir güzellik bu! Yumuşacık bir sesle soruyorsun: “Sen yanımdayken neden kendimi böyle güçlü hissediyorum?” Pazularımı gösteriyorum. Gülüşüyoruz. Başını omzuma dayıyorsun, konyaklarımızı içerek, televizyondaki filmi halının üzerinde sarılmış, uzanarak izliyoruz. Güzelliğine bu kadar yakın olmaktan dehşetli keyifli, seni ve televizyondaki filmi izliyorum.
-Aloo Lasse, vize vermiyorlar bana
-Hayır, özel bir nedeni yok
-Söylemez olur muyum hiç
-Evet iki gün turist vizesi için dünyanın işlemi yapılıyor
-Çok canım sıkılıyor elbette
-Efendim?
-Ne bileyim ben
-Biliyorsun işte, Avrupalı olmayan herkes sakıncalı onların gözünde
-İstemez olur muyum hiç? Heyy, saçmalıyorsun şimdi, beş yıldır ne zaman görüşeceğimizi sormadım mı hep?
-Evet, biliyorum
-Telefon rehberinden bulacaksın
-Bir yararı olacağını sanmıyorum
-Telefona Bitkanen adlı bir kadın çıkacak, ırkçı bir kadın
-Evet, dikkatli ol
-Tamam
-Peki, bekliyorum. Hoşçakal. Hei hei.
“Herkes bizi sevgili sanıyor.” Bakışıyoruz. annesinden habersiz çikolatalı pastanın hepsini yemiş çocuklar gibi, biraz suçlu, biraz gizli, ama çok keyifle gülüyoruz. “Elbette” diyorum. “İki yıldır aynı evde yaşıyoruz, partilere, sergilere, film klüplerine, konserlere beraber gidiyoruz. Gül gibi geçiniyoruz. Ama ikimizin de başka sevgilileri var.” Yine pastayı çalmış çocuklar gibi gülüşüyoruz. Pasta’yı aşırdığımızı kimse bilmiyor, bu bizim en büyük sırrımız. Bu yüzden keyifleniyoruz. “Neden o adamla evlenmiyorsun?” diye soruyorsun. “Seninle mutluyum” diyorum. “Neden bana âşık olmuyorsun?” Bu kez gülmüyoruz. Derin bir nefes alıyorum, “Sen âşık olamayacağım kadar mükemmelsin Lasse” diyorum. Sessizce kabulleniyorsun. Bir daha hiç sormuyorsun. Sen sormuyorsun ama, annen pek meraklı.Yabancı bir gelini olacağını sanarak çok telaşlanıyor. Sık sık, bir bahane bulup, kente geliyor, bizde kalıyor.Armağanlar getiriyor, bir koltuğa oturup, sigara içiyor, beniz süzüyor. Ne kadar güzel bir kadın diye, annenden edindiğin burnu ve dudakları bu kez yanyana seyrediyorum. Fakat onunkisi çok soğuk ve mağrur bir güzellik. Kırk beşinde buzdan yapılmış çok güzel bir heykel o. Kumral saçlarıma, yeşil gözlerime bakıp, renksiz bir sesle soruyor; “Ben, sizin oralıları hep esmer sanırdım, yoksa ailenizde bir Avrupalı mı var?” Hele boyumun ondan uzun olmasına açık açık canı sıkılıyor. “anneniz ve babanız avukatmış?” Kendi ortaokul diplomasını düşünüp, yüzü geriliyor. “Sizin oralarda kadınlar üniversiteye gitmez sanırdım ben”. Sen konuyu değiştirmek için, Paris’ten özellikle onun için seçtiğin parfümü veriyorsun. Konu değişiyor, ama annen aynı. “Teşekkürler Lasse, çok naziksin.” Oysa nasıl istiyorsun, sıcacık kucaklasın ve öpsün seni. Ne annen, ne de baban yapmıyorlar bunu. Baban kente geldiğinde, aramıyor bile, otelde kalıyor, “…bir yabancı gibi otelde kalıyor” diye çok kederleniyorsun. “Babamla şöyle karşılıklı birer kadeh şarap içip, çene çalmayı nasıl isterdim” diyorsun. Gözlerinde, “dokunsan dökülecek” gözyaşları sımsıkı hapsolmuş, bana bakıp babanı özlüyorsun. “Seni anlıyorum.” diye geveliyorum. Masaya vurup, öfkeyle fırlıyorsun. “Hayır, anlamıyorsun! İnsan yaşamadığı şeyi anlayamaz. Boşuna uğraşma, tamam mı, uğ-raş-ma!” Bağırdıkça yanakların pembeleşiyor. Suluboya bir tablo gibisin. Pembe, mavi,sarı tonları… Güzelliğin rengârenk yayılıyor mutfağa. Bir sigara yakıyorsun. Seni seyretmeye doyamıyorum.
-Aloo, evet
-Hei hei
-N’aaptın?
-Telefon ettin mi?
-Göçmen Bürosuna mı?
-Ne diyorsun, harika!
-İnsan Hakları Komisyonuna mı şikayet edeceksin?
-Hah haa, korkmuşlardır
-Tabii, büyük skandal olur
-Irkçılığa karşılar ya!
-Çok iyi etmişsin
-Yetişir mi dersin?
-Tamam
-Heyy, neler de beceriyorsun artık
-Oldu
-Vizemi bekliyorum
– Hoşçakal, Ha det.
“Else çok evcil bir kız aslında. Hayattan bütün beklediği bir koca ve iki çocuk, bir köpek, bir ev ve araba. Düşünebiliyor musun?” Yıl sonu yazılı ödevimi hazırlıyorum, başımı kaldırıp, ilgisizce; “Ne var bunda, insanların büyük bir kısmı bunu bekliyor hayattan” diyorum. Elimden tutup çekiştirerek,mutfağa götürüyorsun, kahve yapmışsın, mis gibi kokuyor. Kahvelerimizi koyarken, kırgın bir sesle devam ediyorsun. “Ama bana başka biriymiş gibi davranıyor. Yani başka birisini oynuyor. Asıl amacı, benimle evlenip, istediği kocayı elde etmek” Yine mutfakta oturuyoruz. Bu ahşap, iki katlı eski evin iki yıldır en çok mutfağını kullanıyoruz. Küçük masanın başına oturup, geceler boyu, kahve ve konyak içerek hayaller kuruyoruz. Sen ünlü bir filozof olacaksın, kuramların bütün dünyada, bütün dillerde tartışılıyor olacak. Bense Sanat Tarihçisi olarak ünleneceğim. Bizans ve Viking sanatçıları üzerine boy boy kitaplarım basılacak.
Kimi seversek sevelim, birbirimizi hiç bırakmayacağız. Paris’te bir apartman katı kiralayacağız. En şık restoranların, konser galalarının ve sergilerin en zarif çifti olacağız. Mutfağın camından arka sokaklara bakıyorum. Paket taşlı, daracık sokağı, iki sokak lambası aydınlatıyor. Hiç tükenmeyen yağmurun sesi, tanıdık bir şarkı gibi her gece çalıyor. Sokaktaki bütün evler karanlık, bir tek biz uyumuyoruz. Ne kadar keyifli mutfak geceleri yaşıyoruz… “Else çok hoş bir kız” diyorum. Canın sıkılıyor, ters ters bakıyorsun. “Ne demek bu?” Bilmiyorum ki, cevap vereyim. Damarına basmak için olacak, üstüne üstüne gidiyorum. “Evlen, olsun bitsin” diyorum haince bir gülümsemeyle. “Hayır” diyorsun, “Ben başka şeyler istiyorum” Susuyorum. “Ne istiyorsun?” diye sormuyorum. Ne istediğini bilmiyorsun ki… Sokak lambası siyah bir altıgen kutu. Küçük, buzlu altı camı var. Sana bakıyorum. Yirmi üç yaşındasın ve köstekli saat kullanıyorsun.
-Aloo, Lasse
-Evet benim.
-Pasaportum ve vizem geldi
-Araya uygar bir Avrupalı girince verdiler vizemi
-Irkçı herifler!
-Tabii, skandaldan çekindiler besbelli
-Efendim?
-Tamam, yarın Stockholm’deyim. Sekiz’de rıhtımda olacağım
-Görüşmek üzere, hoşçakal
-Hei.
“Madrid’e gidiyorum. Okulu da bıraktım. Sakın neden diye sorma!” Sesinde tehlikeli pırıltılar var. Eşyalarını topluyorsun. Hiç konuşmadan seni izliyorum. Her şey kötü, dünya pis, insanlar sevgisiz… Olumlu tek bir şey yok! Günlerce odandan çıkmıyorsun, kimseyle konuşmuyorsun. Yemek yemiyorsun. Her zamanki kısa krizlerin sanıyorum önce, fakat bu kez çko ciddi. Benimle bile konuşmuyorsun. Anneni arıyorum. Gelmesi her şeyi daha da berbat ediyor. Öyle beceriksiz ve yapmacık bir sevgiyle yaklaşıyor ki, iki saat sonra ilk trenle geri dönmesi daha yapıcı oluyor. Else çoktan evlendi. Baban telefonu yüzüme kapatıyor. Çok içiyor, sarhoş dolaşıyorsun. Bazen yakalayıp,toparlanmanı, direnmeni istediğimi anlatıyorum, saatlerce dil döküyorum,ya bağırıp, beni odandan kovuyorsun, ya da başını omzuma dayayıp, çıldırmış gibi ağlıyorsun. Mutfakta yalnız başıma oturuyorum artık. Ne yapmam gerektiğini düşünüp soruyorum. Bulamıyorum. Geceleri altıgen sokak lambasına soruyorum, aptal aptal bakıyor. “Madrid’e gideceğim. Akdeniz kurtaracak beni”. Bavulun hazır, ayakkabılarını giyiyorsun. “Fakat” diyorum, “Fakat kaçmakla kurtulamazsın,başın hep omuzlarının üzerinde olacak nereye kaçarsan kaç.” Yüzüme bakıyorsun, gözlerinin altı koyu halkalarla gölgelenmiş, nasıl yorgunsun, nasıl hırpalıyorsun kendini. Birden bavulunu alıp, fırlıyorsun. Kapıyı açıp, arkan bana dönük, kavgaya hazır bir sesle “Sen böyle her şeyin hep en doğrusunu bilmeye devam ettikçe, ben boğuluyorum!” diyorsun. Kapıyı hızla kapatıp gidiyorsun. Ev sarsılıyor. Öylece kalakalıyorum.
On beş dakika sonra gemi Stockholm’ün Tegelviks Limanı’nda olacak. Geminin tuvaletlerinden birinde, heyecanla dudaklarımı boyuyorum, saçımı tarıyorum, beş yıl sonra seni nasıl bulacağıma dair tahminler yürütüyorum. Artık otuz yaşında, Barış Araştırma Enstitüsü’nde işi gücü olan genç bir adamsın. Geçen zaman içinde kartlar, mektuplar ve kısa telefon konuşmaları, ancak haberler taşıdı bana, oysa ben seni, en çok o inanılmaz güzelliğini özledim ve bu yüzden çok heyecanlanıyorum. O güzellik ki, hiçbir canlıda böyle uyumlusunu görmediğim… Rıhtımda bekleyen kalabalıkta seni seçemiyorum. Bir süre aranıyorum. Derken gözlüklü, kısacık saçlı bir genç adam gelip beni kucaklıyor ve yanaklarımdan öpüyor. Fakat bu sen olamazsın. Çantamı alıp, koluma giriyorsun,sürüklercesine beni arabana götürüp, yerleştiriyorsun, yola koyuluyoruz. Fakat sen araba kullanmaktan hep çekinirdin, trafikten nefret ederdin, motorlu araçlardan hoşlanmazdın… “Senin için iki gün sempozyumdan kaçacağım” diyorsun. Teypte Fransızca bir şarkı: Hiç değilse bu değişmemiş. Gözümün ucuyla seni süzüyorum. Sakalını ve bıyığını kesmişsin, kısacık Amerikan stili saçların, iri çerçeveli gözlüklerinle, bol, plili kumaş pantolonun, devetüyü şık paltonla yine çok zarif, yine çok hoşsun ama, bu daha çok “Genç İş Adamları” tipinde bir görüntü, oysa sen… Her şeyi anlamış gibi, “Biraz YUPPIE gibi değil mi?” diyorsun. Çok huzursuz ve yabancılaşmış, yanında oturuyprum. Keşke gelmeseydim! Kahvaltı ediyoruz. Yüzünde, biraz eski ifadeni, o çok güzel delikanlıyı arıyorum, sanki her şey çok ustaca maskelenmiş. Bulamıyorum. Gözlerinin kenarlarında kırışıklıklar, sakin, kontrollü, yakışıklı bir adam, hepsi bu. Çok sıradan. Keşke gelmeseydim. Sigara ikram ediyorsun, yakarken ellerinin hâlâ titrediğini fark ediyorum. Paketi masaya bırakıyorsun: Prince. Yüzüme bakmadan soruyorsun: “Hayal kırıklığı mı?” Yalan söylüyorum. “Hayır, değişikliğe alışıyorum.” Kahvelerimizi açık büfeden yenileyip masaya döndüğünde, “Evet,” diyorsun, “Evet, değiştim. Toplu yerlere yalnız gittiğimde, kimsenin ne düşündüğünü umursamıyorum artık. Fakat sen aynısın; yalan söylerken gözlerime bakamıyorsun.” Gülüyoruz. Gülerken bir ara seni buluyorum, sonra yine kaybediyorum. İki gün Fransız Lokantalarında yiyor, Stockholm’ün eski mahallesi Gamla Stan’da kolkola dolaşıyor, Modern Müze’de uzun uzun Picabia seyrediyor, eskileri, ortak tanıdıklarımızı konuşuyor,tiyatroda Hiroşima Sevgilim’i izliyoruz. Else’nin üç oğlu olmuş, yine gülüyoruz. Fırsatı kaçırmıyor, soruyorum: “Peki ya sen Lasse?” Kısacık anlatıyorsun. Senden altı yaş büyük, çok zarif, ressam bir sevgilin varmış, işinden zevk alıyor, okuyor, yazıyormuşsun. Annene armağanlar almıyormuşsun artık, Noel’lerde bir kart atıyormuşsun, son yıllarda kendinle barışık yaşıyormuşsun. Sesindeki içtenliği duyuyor ve sana inanıyorum, ama nedense içim eziliyor, âdeta kederleniyorum. Ne utanç! Oysa sevinmem, mutlu olmam gerekmez mi? İşte başarmışsın, kendini kurtarmış, akıllı, sağlıklı bir adam yaratmışsın, dağılıp eriyeceğine… Her şeyinin, tüm yeteneklerinin ve aklının önüne çıkıp, onları ikinci planda bırakan güzelliğini konrtol altına almışsın, kendine güvenin gelişmiş; çağımızın adamı olmuşsun işte…
Peki ben ne halt etmeye böyle hüzünleniyorum? Bilmiyorum. Anlatılmaz bir keder soluk almamı engelliyor, nefes nefese kalıyorum. Çok aptalca buluyorum bu halimi. Seni kaybetmiş gibi hüzünleniyorum. İyi ama, sen hiç benim olmadın ki. Sen bir erkekten çok, katıksız güzelliktin. Bambaşka bir tutkuydu benimkisi… Pazar gecesi limanda kucaklaşıyoruz. Yolcular bilet kontrolünde kuyruk olmuşlar, yarım saat sonra Stockholm’den ayrılacağım. Bir daha ne zaman görüşeceğiz, bilmiyorum. Pek çok kederliyim. Bana çiçekler, çikolatalar almışsın, çantama tıkıştırıyorsun. Artık ayrılmamız gerek, elini tutup; “Yeniden görüşmek üzere Lasse” diyorum. Sesim öyle dramatik ki; en ucuz melodramda bile daha kötüsü olamaz. Rezalet! Elimi avuçlarına alıp, “Heyy” diyorsun. “Hey sevgili, çok sevgili kadın, yine de bende bir şeyler eksik.” Hayretle bakıyorum. Gözlüklerini çıkartıp, sıcacık gülümsüyorsun: İşte o güzel oğlan çocuğu,karşımda, bana bakıyor. “Bende hep bir şeyler eksik olacak, ama bütün dünya değil, yalnız sen bileceksin bunu artık.” Sevinçten gözlerim doluyor.Kucaklaşıyoruz. “Sizin oralarda kadınlar üniversiteye gitmez sanırdım ben,hem boyunuz da benden uzun!” diyorsun annenin sesiyle abartarak. Kahkahalarla gülüyoruz. Vapurum kalkıyor. Limanda bana el sallayan yeni-genç adama bakıyorum. Pastayı aşırdığımızı kimse bilmiyor, bu bizim sırrımız ve bu yüzden keyifliyiz. Tarifsiz bir mutlulukla gülümsüyorum. Gülümsüyorum.
Kasım 1985, Finlandiya.
Buket Uzuner, Benim Adım Mayıs
*****************
KIRK YILLIK DOSTUM SULHİ
Sabahın o muhteşem ilk saatlerini yakalayabilen akıllı adamlardan olamadım hiç.
Ancak kuvvetli bir dürtü olursa, isteyerek ve severek erkenden uyanır, her gün böyle erkenci olmaya söz verir, sonra hemen unuturum. Fakat son iki haftadır yalnızca onunla beraber olabilmek için erkenden kalkıyorum. Saat altı oldu mu, beynim otomatik olarak uyanıyor, ama bedenim yarı uykuda, bir kavgadır başlıyor: “Yat uyu! Tatildesin. Öğleye doğru kalkarsın, iki rafadan yumurta, sıcak ballı süt, peynir, tereyağı, kızarmış ekmek ve tavşan kanı büyük bir bardak çayla güzel bir kahvaltı yaparsın. Denizi seyredersin. Gazetelerin beş para etmez sayfaları arasında tembellik edersin. Yat uyu. Tatildesin. Ta-til-de-sin!” “Hayır. Hemen fırla yataktan. Soğuk bir duş yap. Çivi gibi ol. Sokağa at kendini. Şimdi herkes uyuyor. Sokaklar senin, kçy senin. Doğmakta olan güneş senin. Deniz sernin. Sabah rüzgarının genç, uçuk mavi ışıltısı, taze serinliği senin. Çok erken sabahın o inanılmaz gücü senin. Tembellik etme. Kalk. Bütün bunların tadına var.” Kısa bir sessizlik olur, hangi yanı tutacağıma karar veremem bir süre. “Tatildesin. Yıllardır sabahları erkenden kalkıp işe gitmekten bıkmadın mı? Şimdi tatil yapıyorsun. Yat uyu. Yastık yumuşak, yatak sıcak. Çek pikeyi üzerine, bir düş düşle. Dünyanın herhangi bir kuzey kentine uçak bileti alıyorsun. Neresi olduğunu sakın belirleme. Sonrasını düşünde görürsün. Bırak kendini uykunun şefkatli kollarına. Bırak rüyanın sihirli değneği işlesin.Bırak uyku çeksin seni. Uzun, sessiz, dipsiz bir kuyuya deli bir hızla yuvarlan. Uyu. Uyku alsın götürsün seni. Uykularında olsun bir kez teslim olmayı dene. Gevşe, rahatla. Uyu. Tatildesin!” “Peki ya Sulhi?” “Ta-til-de-sin!” Sulhi şimdi dükkanını açmaktadır. Bu saatte müşterisi olmaz. Müşterisi olsun diye açmaz zaten: Kendisi için. Çiçeklerini sular bir bir. Yeni bir konserve kutusuna birkaç gündür kökü suya bırakılmış bir bitki diker. Bol bol sardunyalar…
Rengi artık hiç çıkmayacak ilaçlarla boyanmış vişne çürüğü parmak uçları toprakla kaynaşır. Çamurlu ellerini kadife pantolonuna siler, sonra kapının önünü sular. Sabahın en erken toprağı Akdeniz a.lığıyla emer suyu. Mis gibi kokar sabah. Kısa bacaklı bir tabure koyar dükkanının önüne. Eski, her yanı eğrilmiş, isten kapkara olmuş küçük cezvesine ölçerek bir fincan su doldurur. İspirto ocağını yakar. Bir çay kaşığı şeker. Şeker suya iyica karışmalıdır. İki kaşık kahve. Dikkatle karıştırır kahveyi. Severek ve özenle. Sorunca; “iyi ve güzel işler severek, özenle yapılmalıdır.” der. Kahve ve şeker tamamen suya karışmıştır ki, cezveyi ateşe koyar. Büyük bir sabırla kahvenin hifif ateşte köpüklenmesini bekler. O sırada ne düşünür, nereleri yaşar bilmiyorum. Çözemiyorum. Biraz sonra dünyanın en güzel kokusu yayılır çevreye: Sabah kahvesi kokusu! Toprak, sabah kahvesi ve su kokusu birbirine karışır. Bu, çok sık rastlanmayan bir güzellik yaratır. Görülür, koklanır ve tadılır bir güzellik… Önce kahvenin köpüğünü boşaltır fincana, sonra tekrar cezveyi ateşe tutar, fokur fokur kaynayana dek. Kahve pişmiştir artık. Günün ilk sigarasının vaktidir şimdi. Mavi-beyaz kareli gömleğinin sol cebinden bir sigara çeker, kibrit aranır. Dükkana girer, kibrit bakınır. O karmaşa ve deli dağınıklıkta masanın altına düşmüş kibriti bulur. Sigarasını yakar. Kısa bacaklı taburesine döner. Höpürdeterek kahvesinden bir yudum alır, bir nefes de sigarasından. Oh be! Gözlerini kısar, kimselerin bilmediği bir yeri görür gibi gizemli, hazlı birkaç dakika yaşar. Derin bir iç çekerek elli sekiz yaşında yaşamaktan ne kadar çok tat aldığına yanarak, kahrolarak sevinir. Sabahı koklar, kahve içer, sigara içer. “Uyu. Tatildesin.” “Kalk ve Sulhi ile sabahı yaşa.” “Ta-til-de-sin!” “Sulhi’nin sabah kahvesini kaçırma!” Kalktım. Uykumu soğuk duş ve sabah ile yendim. Ayak seslerimi dinleyerek paket taş döşeli, dar köy sokaklarında yürüdüm. Yalnızca kendi ağırlıklarını omuzlarında taşıyan bağımsız ve yalnız adamların gururuyla keyiflendim.
Onu dükkanının önünde oturmuş, kahvesini içerken buldum. Gözlerini uzaklara dikmiş düşünüyordu. Bir teneke kutunun üzerine miden koyup oturdum karşısına. Bana baktı. Beni gördü. “N’aaber” anlamına göz kırpıp, başını salladı. “İyidir” gibisine gülümsedim. Kahvesinin kalan kısmını ben orada yokmuşum gibi ağır ağır içti, bitirdi. Kalktı. Yaşına bir türlü uymayan çevik adımlarla fırladı gitti. Elinde bir fincan suyla geri geldi. Suskun ve dikkatli yeniden şekeri sonra kahveyi suya karıştırdı. Sorunca: “İnsan susar, varlığı konuşur.” der. Varlıklarımız konuştu. Varoluşumuzun bilincine ve tadına vardık. Kahvemi uzattı, bir de sigara yakıp verdi. Yıllar var birilerine hiç yakın olamazken, Sulhi’ye yakın oluşum, varlığını duyabilişim tedirgin etmeden şaşırttı beni. Onun yanında hoşnuttum ve böyle kolay hoşnut oluşumdan huzursuz değildim. Kendimi sorgulayıp, hırpalamadım bu kez. Hoşnutluğumu yaşadım kahvemin tadında. “İnsana insan gerek” diye geçti içimden. Bu da yetmedi. İçimdeki sesi de susturdum. Sessizleştim. Dükkanın açık kapısından içerdeki berbat dağınıklığa gözlerimi diktim. Gördüğüm en gösterişli dağınıklık beni yine büyüledi. Bana hep sevimli ve zekice gelen o kocaman STÜDYO levhasının, aslında bana ince ince dokunan bir acıklı yanı vardı ki, yıkıntılar üzerine kurulu bir imparatorluk gibiydi. Don Quichote’u pek severim ben. Sulhi yeniden kalktı, yirmi yıl önce ömrünü tamamlamış Stüdyoya girdi. Bir zamanlar masa olan bir tahtanın çekmecesinden bir zarf çıkarttı, geldi karşıma oturdu. Zarfın içinde kurutulmuş bir kelebek vardı. Özenle kurutulmuş, sonra eski bir masa gözüne hapsedilmiş. “Askerliğimi yapmak için geldim buraya ilk kez. Askerlik bitince de yerleştim. O zamanlar adı pek bilinmez bir köydü burası; ama güzelliği tanır gözlerim. Bu kelebek köydeki ilk dostumdu. Onu çok severdim. Öldürdüm ve saklıyorum. Başkası öldürmesin diye.” Kelebeğe baktım. Yüzünde en yakın dostun eliyle öldürülmüş olmanın kederini aradım. Bulamadım. “Askere gitmeden önce İstanbul’da bir sevgilim vardı. Onunla evlenmedim. Karım olmak onu soldurur diye. Başkasının mutfağında soluyor şimdi, benimkinde değil.”
Sevdiği kızı düşündüm. Terk edilişinin nedenini ve anlamını kavradı mı diye. Hiç inanmadım. “İlk müşterim ebe hanımdı. Geldi. Vesikalık resim çektirdi. Onun kızı ile evlendim. İlk müşteri uğurludur diye.” Karısının Akdeniz köylüsü yüzü ve iri elleri geldi aklıma. Gençken güzeldi herhalde dedim. Yine de Sulhi’yle yan yana koyamadım bir türlü. Sulhi yeniden dükkana girdi. Küçük, eski “mono” teybine Vivaldi kaseti koydu. Dört Mevsim yayıldı dükkana, içeriye sığmadı, kapıdan taştı, kapı önüne birikti; tam benim oturduğum yere. Müzikle beraber, hala ıslak toprak canlandı. Havada rengarenk bir sevinç kıpırdadı. İçim kımıl kımıl, sıcacık, ışıl ışıl oluverdi. Komşu köylerden biri bebek, üç kadın ve bir erkek çıkageldiler. Yeni doğmuş bebek kucaklarında bir “aile hatırası” çektirdiler. Sulhi o zavallı stüdyosuna aldı onları. Sanki muhteşem bir kraliyet ailesinin fotoğrafını çekiyormuş gibi özenle öne üç kadını oturttu. Bebeği ortada oturan “yeni-anne”nin kucağına verdi. Baba arkada, ayakta elleri iki kız kardeşinin omuzlarında vakurca dikildi. Bu pozu üç kez çekti Sulhi. Sonra bir de, baba, bebek ve annenin üçlü fotoğrafını. Köylüler sevinç içinde teşekkür edip gittiler. Teypte hala Vivaldi çalıyordu. Bu kadar birbirini tutmaz manzaraları iç içe yaşamak beni hem şaşırtıyor, hem de anlatılmaz biçimde çekiyordu. İzin isteyip kalktım. Sahile indim. Bir sahil kahvesinde çay içtim. Biraz dolaştım ve pansiyonuma döndüm.
Günün kalan kısmı herkesle ve herkesinki gibi geçti: Arkadaşlar, deniz, güneş, yemek falan filan… Bunlar bedenimi dinlendiriyor ya, aklım fikrim Sulhi’de. Benim gibi sevgililerine -topu topu üç tane zaten- bile çok yakın olamamış, kuşkucu, soğuk bir insanın, bu garip yaşlı adamı böyle çok seviyor oluşu bir garibime gidiyordu. Buna en çok tatile beraber geldiğim iki erkek arkadaşım gülüyor, açık açık dalga geçiyorlardı benimle. Akşam yemeğinden sonra Sulhi’yi her zamanki sahil lokantasında yakaladım. Bozuk Fransızcası ile bir turist kıza bir şeyler anlatıyordu. “Denizi ve güneşi en erken ve en geç saatlerinde yaşamamış olanlar daima ortalama kalacak insanlardır.” Kızcağız anlamamış, kocaman gözlerle şaşkın, Sulhi’ye bakıyordu. Ben anlattım. Güldü kız. “Bu adam filozof” dedi ve gitti. Burun büktü Sulhi kızın ardından. Filozof kelimesini sevmemişti besbelli. Ben de onun gibi bir kadeh rakı alıp, oturdum karşısına. Deniz önümüzde simsiyah uzanıyordu. Hiç konuşmadan uzun bir süre denize baktık. Kumların üzerindeki tahta masada rakı içtik, denizi dinledik. Ne sabırlı bir derinlik, ne anlatılmaz bir huzur taşır bu konuşulmadan paylaşılan dostluk anları…. “Büyük oğlumdan mektup aldım bugün. Hollanda’da gitar çalıyor oğlum.” Baktım. Sesindeki kederi gördüm. Dükkânının duvarında asılı fotoğraflarından iki oğlunu anımsadım. Yakışıklı, uzun boylu iki delikanlı. “Büyük oğlum bana benzer. Hiç uslanmayacak ve hiç mutlu olmayacak!” Yeni bir rakı daha istedi. Canı sıkkın diye düşündüm. Çok içiyor diye hayıflandım. O orada, gözleri denizde, kaskatı oturuyordu. Konuşmaya cesaret edemedim. Bu ne garip bir adam diye yeniden düşünmeye başladım. Bazen ne olağandışı, inanılmaz güzel, bazen de ne sıradan… İşte şimdi karşımda alkole düşkün, oğlunu özleyen yaşlı bir baba olmuş oturuyor, oysa bu sabah köylü ailenin soylu fotoğrafçısı, Vivaldi sever, düşünen bir adamdı. “Yarın sabah erkenden yola çıkıyoruz. İstanbul’a dönüyoruz” dedim. Başını çevirmeden, buz gibi “İyi ya, yolun açık olsun” dedi. Bu kadar mı? Hepsi bu mu? Keyfim kaçtı. Öyle ya, ben onun gözünde tatilini deniz kenarında, turistik bir köyde geçiren, biraz da içine kapanık bir genç adamdım. Daha ne deseydi yani? Beni çok özleyeceğini falan mı? Kimbilir o kimlerle karşılaşıyordu her yaz bu köyde. Bir şeyler kırıldı içimde. Ne duygusal bir herifim, diye kızdım kendime. Yapayalnız, buruk, kederli kalakaldım. Bir sigara yaktım. Kendimi toparlamaya çalıştım. O hâlâ yanıbaşımda oturuyor, dalgın, denizi seyrediyordu. Sanki ben orada yoktum. Belki de hiç olmadım!
Birden fırladı yerinden. “Eve gidip, biraz da bizim Halime’yi memnun edeyim, anlarsın ya!” dedi. Tanrım ne bayağılık, ne çürümüşlük! İçim bulandı. Bu adamı ne sandım ben? Yine kitaplarda yaşıyorum. Yaşlı adam ve Deniz. O Santiago, ben Manolin! Oh ne âlâ! Ah bu benim sınır bilm düşçülüğüm… Pansiyonuma ayaklarım sürüklenerek döndüm. Uzun süre yatakta döndüm durdum. İçim sıkılıyor, güçlükle nefes alıyordum. Yaşayan birisini ölü saymaya çalışmak, bir insanı öldürmekten güç olmalı diye düşündüm. Rüyamda Hemingway ile bir sal üzerinde dalgalarla boğuştuk gece boyu. Ertesi sabah erkenden uyandırıldım. Güneş doğmadan yola çıkmalıymışız. Sıcağa yakalanmadan yolu yarılayacağımızı söylüyordu arabayı kullanacak arkadaşım. Son bir-iki havlu, diş fırçası ve terliği de çantama attım. Arabanın arka koltuğuna oturdum. Bir karış suratım, güneş yanığıyla acıyan sırtım ve sabahın erken saatlerinde bir türlü ayılamayışım… En kötüsü Sulhi’nin dün geceki hali. Kimse dokunmasın bana. Kimse konuşmasın benimle… Arabamız hareket etti. “Bak az daha unutuyordum. Şu senin pek sevgili fotoğrafçı dostun sabahın köründe geldi, seni sordu. Uyandırayım, dedim, dokunmayın, sabahları güç uyanır o, dedi. Sana bunu bırakıp gitti.” Sulhi’ye duyduğum yakınlığı başından beri sezip, bunu kendisine yapılmış bir haksızlık gibi algılayan arkadaşım bir konserve kutusuna dikilmiş sardunyayı ve kirli bir dosya kağıdına kötü bir el yazısıyla yazılmış bir notu pis pis sırıtarak uzattı. Umurumda mı sanki, uzaktaki sevgilisinden mektup almış liseli bir delikanlı gibi heyecanlandım. Uykum filan kalmadı, ayıldım, sevindim, heyecanlandım. Buyrun işte, ben adam olmam! Kağıdı açtım: “Çiçek dostluk demektir. Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır. Sulhi.” Yalvar yakar, iki arkadaşımı Sulhi’nin dükkanına geri dönmeye razı ettim. Ama o ne? Neden kapalı bu dükkan? Halbuki şimdi dükkanının önünü suluyor, sabah kahvesini… Kapıda bana yazdığı mektubun kağıdına benzer bir kirli sayfaya karalanmış bir not asılı: “SULHİ BUGÜN ÇALIŞMAYACAK.” Yola çıktık. Yol boyunca hep iki cümleyi yineledim kendime: Beni seviyor. Gidişime üzülüyor. Yüreğim kımıl kımıl. Neden böyleyim ben? İnsanlar, insanlar, insanlar… Kocaman, yayvan bir gülümseme takılı kaldı yüzüme bütün gün… Şimdi oturdum ve bu öyküyü yazdım. Kırk yıllık dostum Sulhi’yi siz de bilin diye…
Bodrum, Haziran 1981 – Şubat 1985, Ankara.
Buket Uzuner, Kırk Yıllık Dostum Sulhi (Benim Adım Mayıs)
Satın Al