Edebi Soyağacım


Bir ‘Kafadan Doğumlu’ nun İtirafları

    Kafadan doğumlulardanım. Aslında ben de herkes gibi bir annenin ve babanın çocuğu olarak doğdum ve onların genetik, maddi, politik ve coğrafi zorunluluk ve tercihleri yönünde eğitilerek büyüdüm. Yaşım kendi istemediklerim ve sevmediklerimi fark edecek ‘o yıl’a ulaştığında – ki, henüz ne isteyip, neden neleri sevdiğimi anlamama yıllar vardı, bazıları gibi ben de her şeyi reddedip, kendimi kendi başıma oluşturmaya koyulmuştum. Yani kafadan doğum başlamıştı. Bu kez doğum sancılarını ve bebek büyütme sıkıntılarını annem değil ben çekiyordum. Bir süre sonra doğumla birlikte artan baba sorunlulukları da benim omuzlarıma binmeye başladı. İşte o zaman bir insanın kendi kafasından kendini yeniden doğurmasının hiç de sandığım kadar kolay bir şey olmadığını anladım. Ama iş işten geçmişti. Bir kez doğum başladı, geri dönemezsiniz. Çocuk doğduktan sonra onu öldürmedikçe artık ondan kurtulamazsınız. (hatta bu bile artık bir kurtuluş değildir!) Kafadan doğumluların çocuk cinayetlerine, intihar denir. Biyolojik doğumum sezaryansız, yani ‘doğal’ olmuş. Oysa kafadan doğumum feci sancılı, sıkıntılı ve masraflı gerçekleşti. Hiçbir doğuşun geri dönüşü olmadığını ancak ‘kafadan doğduktan’ sonra kavrayınca, durumu kurtarmak için hemen benzer sıkıntılar çekmiş insanların yazdıkları, çizdikleri, besteleyip, söyledikleri ve icat ettikleri arasında işime yarayacak malzemeler aramaya başladım. Bu malzemeleri doğal doğumdaki biberon, süt ve emzik yerine, gerektiğinde de vitamin ve antibiyotik olarak kullanacağımı açıklamama gerek yoktur sanırım. Allahtan, dünyanın pek çok ülkesinde kafadan doğumlu insanların sayısı hiç de az değildi ve bunu keşfetmek (!) beni biraz ferahlatmıştı. Eğer bu ferahlama konusunu somutlaştırmak gerekirse, örneğin ülkenin birinde adamın biri bir gün; “Başlangıç diye bir şey yoktur. Herkes gibi sıram gelince ben de doğdum. O zamandan beri de bir ait oluştur gidiyor” diyerek yalnız olmadığım mesajını vermişti, diyebilirim.

Adamın adı Romain Gary idi, boş zamanlarında da Emile Ajar adıyla kitaplar yazmaktaydı ve ben bir bakışta onunla çok yakın akraba olduğumuzu anlayıvermiştim. Oysa küçükken izlediğimiz yerli filmlerde öz akrabalarına yıllar sonra tesadüfen rastlayan çocukları, tam da oynarken kaçan topu bulup getiren yabancıların kanı çekerdi!!! Gerçek babasını ya da annesini bulan ama bunun henüz farkında olmayan çocuk, mutluluktan uçarak onun boynuna atlardı. Tek ve kesin açıklaması ‘kan çekmek’ olan bu sahnede hepimiz feci duygulanırdık!!! Demek ki beni de ‘kan çekiyordu’! Ama Romain’e gelmeden çok önceleri el yordamıyla keşfettiğim ilk akrabalarımı atlayamam. Böyle bir şey, benim gibi güvenilirlik ve hatırşinaslık konusunda bazen kendisini tiksindirecek denli sağlam birinin artık istese de yapamayacağı bir şey olur. (Ah, işte yine yapıyorum!) Hüseyin Rahmi Bey’in hurafelerle dalga geçerken içinden nasıl eğlendiğini çocukken bile görür gibiydim. Gürpinar, günlük yaşamın ve sokaktaki insanın içine avuç avuç serpilmiş boş inançlarını ters çevirip, silkelerken bir gün torunları arasında benim gibi birinin de olacağını tahmin ediyordu mutlaka. Ve okuyabilseydi, Gulyabani ile Balik Izlerinin Sesi’nin dünyaya bakışı arasında yakın bir akrabalık olduğunu gülümseyerek teşhis edecekti.

Kimilerini kızdırıp, bazılarını feci rahatsız edeceğimi bilsem de, edebi akrabalarımı artık açıklamaya karar verdiğim bu günde yazı stüdyomun duvarlarında asılı aile fotoğraflarını size göstereceğim. Hem zaten ben artık saklamayı sürdürsem de artık yazdığım kitaplar çoktan açıkladı bu yazınsal – kan bağlarımı. Çünkü benim de artık zamanım gelmişti ve hiç ummadığım yerlerde karşıma çıkan okurlar, en saklı edebiyatçı akrabalarımı bile keşfedip, külyutmaz okur-ajan bakışlarıyla yüzüme vurmaya başlamışlardı!!! (Ah okurla -yazarın o saklı metin çözümlemelerindeki suç ortaklığı buluşması ne baştan çıkarıcı, ne sevindirici bir randevudur öyle!… Hepimizin içindeki sıradışılığı nasıl da döküverir ortaya kısacık ve öyelece!… Darısı bunu henüz yaşamamış bütün edebiyat – yazarlarının başına!) Şimdi oturduğum masanın hemen arkasında Ingeborg Bachmann elinde sigarasıyla (Malina ve Bir Yaz Dönümü Gecesi için Süit), Hermann Hesse kırmızı şarap kadehiyle (Bozkır Kurdu ve Dostoyevski Seven Bozkır Kurdu) Romain Gary de purosuyla (özellikle kişiliği, Yalan Roman/Pseudo ve BIS) siyah beyaz fotoğraflardan bana bakıyorlar. Yıllardır onlarla konuşur, gülüşür hatta hırlaşırız. Eh, seçtiklerinizle bile olsa akrabalık güç iş! Yıllar önce St. Petersburg’daki (o zamanlar Leningrad’dı) evinden satın aldığım resmiyle Dostoyevski bütün öbürlerinin üstünde sert ve huysuz dikilir tepemde. Ev temizliğine gelen Esma Hanım’ın bir akşam dizlerini döverek açıkladığı sırrı sizlere de vermenin tam sırası şimdi; “Ah kızım, ben bi şey ettim… Amma bana kızma desem de kızcan sen şimdi!…” Elinde camı kırılmış Dostoyevski fotoğrafı, daha önce kırdığı hiçbir şeyi dert etmeyen Esma Hanım, “Bak dedenin resmini kırıvermişim be hanım kızım!” diye boşuna dertlenmiyordu herhalde!!! “Pek de aksiymis rahmetli!” (Bakın Allah konuşturuyor bu kadını! Benim en ufak bir etkim, baskım yok, isteyen Fikirtepe’de yaşayan Esma Hanım’ı arayıp, bizzat sorabilir.) Aksi ve huysuz dedem Feodor’un biraz altında çok yakışıklı ve kendini beğenmiş bir bakışla gülümseyen genç adamın fotoğrafı, o sıralar henüz Paris’ten dönmüş olan bir şaire ait. Tanrım bu adam ne kadar baştan çıkarıcı bakıyor böyle ve yıllardır! Tanrım bu ne kadar albenili bir genç erkektir ki, yıllardır hiç yaşlanmaz bakışları!!! Gözlerinden akan zeka ve hınzırlık, aşk yollarımı kaplayan hayranlık duygularımla nasıl da örtüşür böyle… Bu adam, anlaşılacağı üzere benim en ensest akrabam, çünkü ben ona hep ve açık açık aşık oldum. Fakat yanlış zamanlama nedeniyle o hep benim ‘imkansız sevgilim’ olarak kaldı. Biraz hocam, biraz ağabey, azıcık babam, ama en çok imkansız sevgilim… Otuz yıl erken doğmuş olsaydım, ah olsaydım!… Adını söylemesem de artık biliyorsunuz. Şiirine akraba olduğum kadar, edebiyat kariyerime en çok emeği geçen bu yakışıklı büyük şair, Atilla İlhan’ ın ta kendisi… Kütüphanemin üst rafında karakalem bir çift el resmi göreceksiniz. O bana Ankaralı şair bir akrabamdan miras kaldı. Bu şairi Sivas’ ta yaktılar ama şiirleri, insan yakıcılara inat capcanlı duruyor kütüphanemde. Metin Altıok, şiirlerinde akan tutkusal kanla bir başka edebi akrabamdır. Şiirleri kadar güzel el resimleri çizer, Kibele heykelcikleri yapardı. İntihar etmeden bir yıl önce çekilen bir fotoğrafıyla uzaktan akrabam olan Virginia Woolf hanımefendi kafa tutan bir bakışla aynı duvardan gözünü üzerime dikmiş, sigarasını içiyor. Onunla pek anlaşamıyoruz ama hanımefendi kafa tutan bir bakışla aynı duvardan gözünü üzerime dikmiş, sigarasını içiyor. Onunla pek anlaşamıyoruz ama Kendine Ait Bir Oda kitabında söyledikleriyle, benim bir kadın yazar oluşumun altındaki temel taşlardan önemli birini koymuş olduğunu asla inkar edemem.

Ressam, heykeltraş ve besteci olan akrabalarıma bu yazının yalnızca edebiyatçı akrabalarımı anlatmak üzere yola çıkılması nedeniyle hiç değinmeyeceğim. Ama tedavisi kesinlikle ve ümitsizce olanaksız bir sinema hastası olduğum için kendi senaryolarını yazan yönetmenleri de edebiyatın içine alabiliriz diye düşüncesindeyim. Böyle yaparsak, ilk sinemacı – yazar akrabamın, önlenemez takıntıları ve kara mizahı nedeniyle Woody Allen olduğunu açıklayabilirim. Benim takıntılarım da tıpkı New York’lu akrabamınkiler gibi aşk ve ölüm! İkinci sinemacı – yazar akrabam kimi kez kendisini bile ürküttüğünü düşündüğüm (bazen grotesk!) yoğun hayal gücü, gerçeküstü şiirselliği ve şaşırtıcı mizahıyla (aynı yıl doğduğum) Emir Kustarica’dır. Birgün onunla çalışmak düşlerim arasında. Tıpkı Virginia Woolf’ta olduğu gibi, benzerlikler çıplak gözle görülmeyen, ama aramızdaki kan bağı da yadsınamayacak bir başka sinemacı akrabamsa Luis Bunuel’dir. Bunuel’in gerçekle düşleri olağanüstü bir yetenekle yanyana yerleştirmesindeki simgesel başarısı beni hep büyülemiştir. Eh insanın akrabalarıyla gurur duyabilmesi ne güzeldir, bilirsiniz! Fakat edebi soyağacım içinde asıl en yakın akrabamı hâlâ size söylemedim, değil mi? Bizim Doğu Akdeniz kültürümüzden çıkan bir kadın yazar var ki, o hem edebiyatlıyla, hem de kişiliğiyle hep en yakınımda durmuş, aynı kandan gelmişiz düşüncesini daha ilk günden yüreğime düşürmüştür. ‘Aslolan yaşamaktır’ diyerek, dolu dizgin Yenişehir’de Bir Öğle Vakti Piknik Kafe’den, yaşamın, aşkın ve edebiyatın içinden geçen bu yaramaz, atak ve duyarlı, zeki kızın adı Sevgi Soysal’dır. Sevgi her bakımdan en sevgili edebi akrabamdır. O erkenden çekip gittiği yıllarda, ben üniversite öğrencisiydim ve gerçek bir akrabamın o sıralara denk düşen ölümüyle kıyaslanamayacak kadar büyük bir ateş düşmüştü içime. O ateş hâlâ sönmedi. Onun gizlice bana vasiyet ettiği önemli bir dileğini geçen yıl gerçekleştirdiğimde, alınganlığını güçlü mizahıyla saklamaya çalıştığı güzel gözleriyle gülümsedi bana duvarımdaki resimden. Düşünce suçundan yargılandığı yıllarda ona mesleğini soran bir erkek yargıca, bitirdiği üniversiteden aldığı yasal unvan yerine, yüreğindeki ve kitaplarındaki mesleği söylemişti Sevgi Soysal. “Mesleğim yazarlık!” demişti. Yargıç, zabıt katibine dönüp; ‘ev – kadını’ yazdırtmıştı. Ya bir gazeteden okuduğum, ya da televizyondan izlediğim bu olay bende derin bir iz bırakmıştı. Yıllar önce Sait Faik’e ‘yazar’ yerine ‘işsiz’ diyen aynı zihniyet, bu kez de bir kadın yazarı erkeğin işsizliğine denk düşen bir aşağılama olarak düşündüğü ev – kadınlığı ile itip kakmıştı. Yirmi yaşındaydım ve çok incinmiştim. Bu kadar sevdiğim, önemsediğim ve çok yakın akrabam olan Sevgi Soysal’ı nasıl incitmişlerdi kimbilir… Nasıl üzülmüş, ne çok öfkelenmişti kimbilir… O zaman ona verdiğim sözü geçen yıl tutabildiğimde, elimde meslek hanesinde ‘yazar’ yazan pasaportumla Sevgi Soysal’a gülümsedim. Hayatımda hiç görmediğim bu sevgili kadın, vasiyetini yerine getirecek bir edebi akrabası olacağını zaten biliyordu, bana sorarsanız… Gerçek akrabalarımın hiçbirini, ama hiçbirini (sizler gibi) kendim seçmedim. Aralarında sevdiklerim, hatta ilginç bulduklarım bile var. İçlerinde yıllarda yüzlerini görmediklerim, hiç hoşlanmadıklarım, yaşlandıkları için eski çiğliklerini ‘unut’muş gibi’ yaparak, bayramlarını kutlayıp, yılbaşı tebrik telefonu ettiklerim de var. (Güvenilir ve hatırşinas olmak gibi sırtıma yük olan iki illet huyum var ya… Yalnızca iki mi???) Öte yandan, birincil derecede biyolojik akrabalarım olan anneme, babama, kardeşime ve oğluma hiç benzemeyen yanlarım var. Benzediği için sevindiğim, çektiği için bozulduğum damarlarım da pek bol. Gezginliği, yerleşik yaşayamayışı, her türlü konforu Sultan Resat’ın(V.Mehmet) saray şairi olması kaydıyla elde edebilecekken, özgürlüğünü ve acı – kara mizahlı şiirlerini yazmayı tercih eden annemin büyükbabası Kemahli Ibrahim Hakki Bey ve onun bir yanıyla akraba olduğu Mevlana ile gerçek bir kan bağım olduğunu pek işime geldiği için burada yazmadan geçemeyeceğim. Bu, hiç değilse hakkımda duyduğum en güzel dedikodu olan Afife Jale ve Piri Reis’in gerçek torunu olduğumu yazanların, romanların birinci tekil şahıs kahramanlarıyla, yazarlarını karıştırmalarındaki gibi hayali bir akrabalık değil! Hiçbir şeyi özgürce seçemediğimiz, doğumla – ölümle arasındaki şu kısacık yaşam yolculuğunda sizlerin sanatsal akrabalarınız kim olurdu bilmiyorum ama bu sentetik olmasına karşın feci duyarlı soyağacı yazarken benim yine de insaflı davrandığımı düşünüyorum. Ben hiç değilse sahte bir soyağacı çıkartmakla yetindim oysa Rus asıllı Fransız Yahudi akrabam, Romain Gary; “Bir ara ölümden kaçmaya çalışırken yirmi tane kimlik kartı çıkartmıştım.” diyor.

(Yasasin Edebiyat, Kasim 1997, Sayý 1, ss.56-58)