21.06.2015 Birgün Gazetesi’nden…
“Kendimize yabancılaşıyoruz. Ben tarihçi değilim ama sosyolojik, antropolojik olarak bakmaya çalışıyorum”
> ÖZLEM ÖZDEMİR [email protected]
Fotoğraflar:Gülay Ayyıldız Yiğitcan – www.klikstudyo.com
Toprak ana, tabiat ana… Söylerken basit, taşıdığı anlamlarca yüklü kavramlar. İnsan yaşamı, doğurganlığı anlatan sadece bu kavramlarla değil varlıklarıyla da arasını bozdu epeydir. Yunanca güneşin doğduğu yer anlamına da geldiği söylenen Anadolu topraklarının zengin mirasına da nankör davrandığımız söylenebilir. Buket Uzuner, dört roman olarak kurguladığı serinin ikinci kitabı “Toprak”ta hem tabiat ve insan ilişkisinin nerede bozulduğunu sorguluyor hem de okuru Anadolu topraklarında bir maceraya çıkarıyor. Uzuner’le bu maceranın satır aralarını konuştuk.
> Romanlarınızı 4-5 yıllık zaman zarfında yazıyorsunuz. Hızlı tüketimin edebiyat dünyasındaki artışına dair düşünceleriniz neler?
Yazının demlenmesi diye bir şey var, ben öyle büyüdüm. Edebiyat niçin bu kadar tüketim malzemesine döndü? Zannederim bunun altında raf ömrü diye bir şey var. Oysa iyi olan raf ömrü olmayan, her zamana yayılan yazıdır. Bu kapitalizmle ilgili bir şey, buna ya teslim olursunuz ya olmazsınız. Ben olmadan da başarılı olabileceğinizi düşünüyorum. Benim bir konuda sorunum oluyor, onu en iyi yazarak çözebiliyorum. Meseleler üzerinde yoğunlaşmak ve araştırmak da zaman alıyor. Ama son 10-15 yıldır sadece bizde değil dünyada da kitabın bir raf ömrü olduğu söyleniyor. Ve bu 3 ay! Ben bunu yapmıyorum. Tamam, dünya değişiyor, teknoloji gelişti ama beynimiz değişmedi, biz hâlâ o kuşaklarız. Ben Atilla İlhan’ı Yaşar Kemal’i okumuş o genç kızın orta yaşındayım.
> Tabiatla ilişkimiz bozuldu. Bu hayatın her alanına sirayet eden bir durum, bu serideki temel dert buna işaret etmek diyebilir miyiz?
Çok doğru. Asıl meselem; tabiatla insan ilişkisi ne zaman nefrete dönüştü, ne zaman ihanet ettik? Bütün yıl çalışıyoruz, en ufak fırsatta da doğaya kaçmak istiyoruz. Çünkü betonla, teknolojiyle ilişkimiz arttıkça rahatlayamıyoruz, sonunda şiddet artıyor. Tabiatla insanın ilişkisi çok iyiymiş, nerde bitti bu aşk diye Neandertal, Osmanlı, Selçuklu dönemlerini araştırdım. Buralar yetmedi bana, nereye gidebilirim derken, bu insanlar buraya gelmeden neredeymiş diye düşündüm. Hepimiz farklı ırklarla karışmış durumdayız ama ben duruma dil açısından bakıyorum. Türklerin mitolojisi derken bu dilin mitolojisine bakmak lazım. Hangi dili konuşuyorsak o dile göre beynimiz çalışıyor. Türkçe çok demokratik bir dil, cinsiyeti yok. Türk mitolojisine geri döndüm, Güney Sibirya’yla ilgili araştırmalar yaptım, orda hâlâ Hakas ve Dukha Türkleri var. Peki, bu dili konuşanlar nereden geldi? İşte bu romanlar öyle ortaya çıktı.
> Şamanlardan bahsetmeniz de kaçınılmaz olmuş herhalde?
Şamanlarla ilgili bir roman yazayım gibi derdim yoktu, bulduklarımdan o kadar etkilendim ki, onların bugüne yansıyan hikâyesini anlatmaya karar verdim. Ben Şaman olalım derdinde değilim, inançlı biri de değilim ama insanların geçmişinden gelen kadim geleneklerden yararlanılması gerektiğini düşünüyorum. Kadim ile eskiyi karıştırıyorlar. O geleneklerin içindeki bilgilerden, şifalardan yararlanmalıyız, yararlanıyoruz da. Rüyanı suya anlat demek ya da nazar değmesin diye tahtaya vurmak gibi örnekler var. Orta Dünya eski Türklerin yeryüzüne verdiği isim ama biz bunu Yüzüklerin Efendisi filminden öğreniyoruz çünkü bizim bunları öğrenmemiz istenmemiş.
> Umay Nine “ Kendi geçmişimizi bilmezsek aynı hataları nasıl yapıyorsak, toplum da kendi geçmişini bilmezse bizim adımıza karar veren feodal başkanların yönetiminde yaşar” diyor. Öğrenmemizin istenmemesinden rahatsızsınız sanırım?
Çok rahatsızım. Sadece Türkiye’nin değil dünyanın gidişatından da rahatsızım. Gidişattan rahatsız olanlar aslında hayatı savunanlardır. Tüketim hırsı, beton açlığı, her yeri otopark ve AVM yapma hastalığı, her şeyin satılması, derelerin üstüne HES yapılması… Hangi hükümet kurulursa kurulsun ilk işi Akkuyu nükleer santralini durdurmak olmalı. Hâlâ bir şeyler kurtulabilir. Bu arada çevre konusunda herhalde en duyarlı gazete sizinki, bu benim için çok önemli.
> Çevre açısından sıkıntılar böyle fakat tarihi bilmemek sosyolojik ve psikolojik açıdan da başka sıkıntılar yaratıyor.
Kendimize yabancılaşıyoruz. Ben tarihçi değilim ama sosyolojik, antropolojik olarak bakmaya çalışıyorum. Kendi tarihimizle ilgili öğrenmeye başladığımızda hayatımız çok farklı bir boyuta geçiyor. Sevinerek fark ettim ki, Türk tarihini inceleyecek tarihçilerin Osmanlıca bilmeleri gerekmiyor, Çince bilmeleri gerekiyor. Çünkü bizim tarihimizi Çinliler yazmış. Bunlar benim yeni ulaştığım bilgiler. İnanıyorum ki 20-30 yıl sonra dünyada Türk mitoloji bölümü de olacak. Erlik Han’ı okuduğumda yazara hiçbir iş kalmamıştı. İyi ve kötü o kadar iç içe ki… O kadar zihnimiz bulandırılıyor, olmadığımız bir kültür dayatılıyor ki sanki Osmanlıdan, Selçukludan önce yoktu bu dili konuşanlar. Osmanlı’da nüfusun %99’u gayri Müslim, okuma oranı %7, kendi halkına okuma yazma öğretmeyen padişahlar şimdi baş tacı gibi gösteriliyor. Böyle söyleyince Osmanlıyı sevmiyorsun diyorlar, hayır, örneğin mimarisine bayılıyorum. Ayrıca bir arada yaşamayı sağlayacak kadar demokratik davranabilmiş.
Cumhuriyet mucize bir devrimdir
> Kitapta anlattıklarınıza göre geleneğimizde her canlı türü eşit görülüyor, fakat bugün bunu kaybetmişiz gibi görünüyor.
Bunu biz yapmıyoruz, bazıları yapıyor. Biz bunu aşmak istiyoruz, üstelik az da değiliz. Hatta eskisinden çok daha demokratik olmalıyız. Madem biz bir arada yaşama kültüründen geliyoruz, bunun adı da laikliktir, laikliği daha geliştirebilir, günün şartlarına uygun hale getirebiliriz. Bütün mesele bu iradeyi gösterebilmekte ve gösterebiliriz. Unutmayalım ki, Fransız Devrimi 80 yıl sürmüş, bizde ise Cumhuriyet Devrimi çok kısa sürmüş yoksa mucize o devrim. Eğer bugünün yöneticileri ya da örneğin Erdoğan’ın babasının da çok iyi bir eğitimden geçebileceği, devamlılık sağlayan bir devrimi sürdürebilseydik Tayyip Erdoğan ya da bizi yöneten ama bizim oy vermediğimiz insanlar çok farklı düşünecekti. Çıkıp insanlara seçim meydanlarında bu Alevi, bu Kürt, bu eşcinsel diye hakaret etmeyecekti çünkü öyle bir eğitimden geçecekti ki, insanlar eşitti. “Ey sen sanatçı” demeyecekti çünkü Atatürk çıkıp “Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz, hatta cumhurbaşkanı olabilirsiniz. Fakat sanatçı olamazsınız” demiş 90 küsur yıl önce, devrimi sürdürebilsek o da diyebilirdi.
> Kitapta karakterleriniz aracılığıyla Cumhuriyet’ten epey bahsediyorsunuz, son gelişmelere göre değerlendirmeleriniz neler?
Evet, bahsettim. Seçim sonuçlara göre bakarsak, benimki emanet oydu çünkü benim düşüncelerimi dile getiren tek kişi Demirtaş’tı, bunlardan sonra vazgeçerse bu onun problemi. Ama bu millet şunu gösterdi ki, bu başka bir ülkede çok zor olurdu, biz yan yana yaşamak istiyoruz! Ben Demirtaş Türkiye’deki solun lideri olarak devam edecek, belki oradan ayrılıp başka bir yerde devam edecek diye düşünüyorum. Benim geleceğe dair fikrim, 10 yıl sonra yeni yetişen neslin bir parti kuracağı yönünde. Ayrıca bu sıkıntıların yaşanması gerekiyordu diye düşünüyorum. Benim annem Cumhuriyet kuşağı kadını, onlar lâikliği, kadın haklarını ellerinden hiç alınmayacak bir şey olarak gördüler, onlara verilmiş haklardı bunlar, bunun için mücadele vermediler.
> Sanırım yaşadıklarımızın temelindeki esas sorun buradan kaynaklanıyor.
Bence öyle. Onların anneleri Osmanlıydı, bütün dönüşümler üç kuşakta oluyor. Kendimizde de bir şeyler oluyorsa onu torunumuzda göreceğiz. Biz Avrupa’daki 2 kuşak önceki kadınların mücadelesini veriyoruz. Ama ne kadar geciktik diye hüzünlenmeyelim çünkü başka bir İslam ülkesinde bu yok. Bu Cumhuriyet kadar Kaman köklerinin de getirisi bence. Ama Atatürk’ün devrimi devam ediyor, biz nasıl burada oturuyoruz şimdi? Yani yine bu toprakta bu adamın çıkması tesadüf mü?
“Anadolu’dan umut kesme”
> Bu kitap “hayatımın sen sert döneminde denk geldi” diyorsunuz, annenizin kaybı dışında sebebi var mı?
Siyasi olarak söyledim biraz, çok umutsuz bir dönemdi. Benim en siyasi romanım ama ben edebiyat eserlerinin zamanlar üstü olmasını önemsiyorum. İlk yazıldığında daha siyasi ve sonu farklıydı. Sonunda valinin istifa edip etmediğini, emniyet müdürünün Suriye sınırına sürülüp sürülmediğini, hangi siyasi ve dini guruptan olup olmadığını bilmiyoruz. Bir yazar günceli yansıtmak zorunda tamam ama sadece o dönemi yazarsanız o sırada çok satar ama sonra okunmaz. Eğer bu röportajı iki hafta önce yapsaydık, Defne Kaman’ın üçüncü macerası Kayseri ve Ürgüp’te geçecek ve hayvanın sembolü de kartal olacak diyemezdim çünkü Defne Kaman sizin gibi gazeteci ve özgür bir kadın. Nerede geçeceğini bilmiyorum çünkü vicdanlı ve iyi bir muhabir hapiste veya sürgünde yazabilir derdim, şimdi bunu demiyorum. O kadar kolay görünmüyor elbette hiçbir şey ama her zaman umut var. Zaten romanın giriş cümlesi “Anadolu’dan umut kesme.”