2BİN10 Hoş geldi de, gerçekte hangi yıldayız?


Merhaba!

Sanki ben de bir internet kuşağı çocuğuymuşum gibi nete bağımlı, neredeyse ellerim her boş kaldığında, kafede, lokantada, araba kullanmadığım her seyahatte, evde, YOLDA artık o sırada ne müsaitse, iphone, e-defter veya PC, yani ‘Allah ne verdiyse’ (!) günde en az 2-4 saat bir ekranlara yapışarak yaşıyorum desem, inanır mısınız?

Bu yetmiyormuş gibi, twitter ve facebook gibi adına ‘internet- gözlerim’ dediğim web sitem canlılığını,  tavsayınca huzursuz oluyorum, diye itiraf etsem benden soğur musunuz  🙂 (Aaa… bir de gülen yüz ikonu kullanıyor, ne feci!!!)

Durun hemen yargılamayın, çünkü bu teknoloji sevgi ve bağımlılığıma karşın, hâlâ roman ve hikâyelerimi elle yazıyor, siyah mürekkepli dolma kalemlerle, çizgisiz defterlere her roman için en az 1600 el yazması keyfi çatıyor (eller şişiyor, iş kazası tedavileri falan…), ancak ikinci ve üçüncü yazımları düzelterek bilgisayara geçtiğimi belirtirsem belki affolurum(!)  Zaten her ne kadar e-alışverişle kitap alsam da haftada en az bir kez gerçek kitapçıya gidip, kitap ellemezsem eksiklenirim. Tıpkı TV ve DVD’ den film izlesem de sinema salonunun keyfi gibi kitapçıda sayfalara dokunmanın yeri farklıdır. Yani teknoloji sevmek, kağıt-kitap- dolmakalemden kopmak demek değil. Bence 100 yıl sonra da benim gibiler kalacak dünyada.

Evet, bu yazının ana fikir yeni yıl ve yenilenen site ama bakalım nerelere gideceğiz yazdıkça… İşte gördünüz, yeni yıla, hem de 2BİN10 gibi yeni milenyumun ikinci 10 yılına başlarken işte edebiyat sitemiz de yenilendi.
www.buketuzuner.com’ un bütün teknik altyapısını ve içeriğini, çizimleri de dâhil olmak üzere 1998′ de Ali Murat Erkorkmaz kurdu. O sırada BU belki de Türkiye’ deki ilk yazar sitelerinden biriydi. Bilirsiniz, dünyanın her yerinde edebiyat yazarı, basın, polisiye ve gazete yazarlarının tam tersine daha yavaş, sindirerek, detayları gözlemleyerek ve derinden yaşayan insanlar arasından çıkar. Edebiyatın doğası böyledir, düşünceler ve karakterler günün uyku saatleri dâhil her dakikasına yayılarak gelişir edebiyatçının nöronlarında. Öyle doğmuş insanlar arasından yazar çıkar. Bu bakımdan edebiyat yazarı, bir gazete yazarının kıvrak ve hızlı ritminden çok, bir bilim insanının sabırlı ve kurgu ören zihnine daha yakın tasarlanmış bir beyne sahiptir, diye düşünüyorum. Bütün bunlar yüzünden edebiyatçıların teknolojiyle ilişkisi de kuşkulu ve mesafelidir. Sanırım Enis Batur da 1999′ da bu konuda bir yazı yazmıştı.

Yıl 2BİN4′ e geldiğinde iyi bir edebiyat okuru olarak tanıştığım aynı zamanda web ustası Arda Balkan yeni bir bakışla sitemi canlandırdı. Şimdi 2BİN10′ da siteyi yeniden yine kendisi yapılandırdı.  Bu son haliyle sitenin daha modern ve kullanışlı olduğunu düşünüyorum. Eğer siz de benim gibi düşünüyorsanız, sayfanın sol üst köşesinde A şıkkını hemen tıklayınız, yok tersini düşünüyorsanız B’ yi…

Ah-ha yoksa inandınız mı?!! Tabii ki, öyle A ve B şıkları yok bu sayfada. Şaka yaptım. www.BU.com her zaman düşünce ve yorumlara, oyun ve şakalara açık ama ben oldum olası pazarlamacı taktikleri sevmiyorum! Elbette kapitalist sistemde parasız yaşayamayız, elbette hepimiz elektrik parası ödüyor, çay-kahve içmeyi seviyoruz. Ancak daima güçlü ve kazanandan yana ve yalnızca tüketmek ve çok para kazanmak amaç üzerine kurulu hayat felsefeleri bu sitede olsa olsa ibretlik kalacaktır.  Benim şakam, hani biraz pazarlamacılara takılmak üzerineydi. Hani pazarlamacılar öyle derler ya, önce nabız yoklayıp, rating saptayacak, zayıf noktalarımıza göre satış stratejisi hazırlayacak ve böylece bizleri daha çok tüketmeye yönlendireceklerdir! Şimdi bazı eski arkadaşlarımı bu çeşit pazarlama-stratejik araştırma şirketlerinde gerçekten parlak zekâlarını kapitalizmin daha iyi tüketiciler üretimine harcadıklarını ve zengin olmanın iktidarıyla nasıl haz duyduklarını görünce şaşırmıyorum, çünkü bazı yazar arkadaşların da aynı şeyi yazıyla yaptıklarına şahit oluyorum. Bu durum elbette yalnızca günümüze özgün değil, tarih boyunca her çeşit insan gelip geçmiştir bu(yalan) dünyadan ve şeytan hep köşede bekle(mişti)r. Neyse ki, edebiyatın böyle bir talebi yok, ya da benim inandığım edebiyat anlayışı, yazarın modaları (trend/eğilim)takip etmesi üzerine kurulmamıştır. Benim anlayışıma göre edebiyat, yazarın dünyasına ait meseleler üzerine kurduğu romanları, hikâye, şiir, oyun ve/veya denemeleriyle kendi yaşadığı dönem ve kültürde okurlara (ve kendine) yeni yollar, kapılar açmasıyla nefes alır.

Bu günlerde çok karmaşık ve bunaltıcı dönemeçlerden geçerek 2BİN10 yılına girdik, diye güya ortak insanlık sesi çınlıyor ya dört bir yanda, bakmayın siz o sese. İnsanlık kimseye, hiçbir fâniye ait olmayan zaman konusunda bile birbiriyle ortak bir söylem kurmayı becerememiştir! Bizim de mensubu olduğumuz (!) insanlık denen zalim canlı türü, takvim konusunda bile ayrımcı, ille bir ‘öteki’ yaratıp kendini üstün görme derdindedir hâlâ.  Bana sorarsanız,  ister Hicri takvim, ister Rumî,  ister Gregoryen, ya da Hindu veya Musevi, Çinli hiç fark etmiyor, çünkü bence yalnızca hastalar, sürgünler, mahpuslar ve işkence altındakiler için zaman farklı akar, ama geri kalan hepimiz için zaman eşit geçiyor! Zaman durmadan geçip gidiyor.

Buradan rahatlıkla şu medeniyetler farklılığı ve ittifakı konularının da bence absürt, hattâ gerçeküstü kavramlar olduğuna geçebilirim. Bilmece, bildirmece, dil üstünden kaydırmaca: oyalamaca!  Benim aklım bana, dünyada insan eseri tek bir medeniyetin olduğunu söylüyor. Bu medeniyet de doğayı taklit eden, ona öykünen, onu anlamaya çalışan bir yol izlemiştir daima. Ancak tıpkı ‘zaman’nın takvim çeşitlerini hiiççç takmadığı gibi, medeniyet dediğimiz insanlığın yararına yaratılar da yaratıcısının milliyeti, cinsiyeti, rengi ve dinine bakmaz. Ortada ölümcül bir hastalık varsa onu iyileştiren ilaç mucidinin kim olduğu hiç ama hiç önemli değildir. Çocuğu hasta hangi anne çocuğunun yaşaması için nakledilecek kanın, organın veya ameliyatı yapacak doktor ile içilecek ilaç mucidinin milliyeti, cinsiyeti veya dinine bakar? Hangi anne? Hiçbir anne bakmaz! Ya babalar? (Bunun yanıtını bilmiyorum. Benim babam ve oğlumun babası bakmaz ama öbür babalar? Bilmiyorum, baba değilim…) O halde neden insanlık hâlâ bu farklılıklar için birbirini yok ediyor? Neden? Ne zaman bu saçmalığı durduracak kadar çoğalacağız? Ne zaman? Ya da hiçbir zaman!

Tıpkı sağlıktaki  gelişmeler gibi medeniyetin farklı alanlarında, bu kez insan ruhuna ilaç gibi gelen müzik, resim, şiir veya oyun/dans için bunları kimin bestelediği, söylediği, yazdığı artık önemli değildir, çünkü onlar insanlığındır. Önemli olan insanlığa iyilik ve mutluluk getirecek ne kadar çok armağan sunabilmenin hesabıdır, kimliklerin arkasındaki cinsiyet ve din, ırk ayrımcılığı değil…  Örneğin, sülfürik asidi bir Arap bulmuştur, ama asit Müslüman değildir. Antibiyotiği bir İngiliz bulmuştur ama ilaç Hıristiyan değildir, Suç ve Ceza’ yı bir Rus yazmıştır ama Raskolnikov artık biraz hepimizdir; biraz Türk, biraz Alman, biraz Yunan, biraz İskandinav, tamamen insandır, diye başlayan çok uzun bir liste yapılabilir. Büyük olasılıkla farklı medeniyetler vardır ama onlar insan türünün dışındaki canlılar tarafından yaratılan ve yine büyük olasılıkla başka gezegenlerde mevcuttur. Evet, zaman da tıpkı böyledir, insanlar ister gezegenlerden oluşan takvimi, hayvanlardan oluşan hayvan takvimi kullansınlar, zaman kimseyi üstün bulmadan geçer ve gider.

Takvim çeşitlerini şöyle bir inceleyince her tek Tanrılı dinin kendi peygamberine göre bir takvim belirlediği anlaşılıyor.  Bizim 1917′ de Osmanlı döneminde kabul ettiğimiz, ama Cumhuriyet’ e dek Rumî ve Hicri takvimle karışık kullandığımız Batılı Gregoryen takvime göre şimdi içine girdiğimiz 2BİN10 yılında Yahudiler, Hz. Âdem’ in doğumuna göre düzenledikleri takvimlerinde 5770 yılını yaşayacaklar. Araplar,  Hz. Muhammed’ in Mekke’ den Medine’ ye göç ettiği yılı başlangıç aldıkları takvimde göre 1431 yılında yaşayacaklar. Çinliler aynı yılı 4708, Hintliler ise 2067 olarak kabul edecekler. Ancak Hıristiyanlar da kendi aralarında bölünerek, yılbaşını 14 Ocak olarak kabul edenler ve etmeyenler olarak ayrışmış durumdalar… Ve bunun gibi pek çok farklı inançla insanlık zaman’ ı kesip biçerek, en doğru takvimin mutlaka kendilerininki olduğuna inanarak zamana yenik düşecekler…

Hâlbuki insanlar, tek Tanrılı dinlerin ve ırk kavramlarının olmadığı yüzyıllarda da insandı ve korkuları, sevinçleri, heyecanlarıyla aynı bizim gibi birer canlıydı. Ata ve ninelerimizden çok farklılaşıp, şimdi daha uygarlaştığımızı sanmak gibi bir kibre kapılsak da arkeologların tarih öncesi denen sözde ‘ilkel dönemler’ e dair elde ettiği her yeni bulgu, yeni kalıntı,  antropologların yardımıyla bize insan denen canlının, aynen şimdiki bizler kadar zalim ve iktidar düşkünü, yine aynen bizler kadar hayalperest ve duygusal olduğunu gösteriyor.

Tersinden bakarsak teknoloji konusunda ilerlemiş olmamız, çok kaba hatlarıyla: bilgiye daha hızlı ve kolay ulaşmamız, çamaşırı ve bulaşığı robotlara yıkatmamız (makineler da robot değilse nedir?) duygusal ve düşünsel gelişmemize hiç yardımcı olmamıştır! Şimdi sahtekarlık ve sömürüyü artık internet üzerinden ‘çevrimiçi’ (online) yapıyoruz, o kadar! Yani taş veya bakır çağında da kötülükten haz duyanlar, sırf kötülük yaparak beslenenler; ikiyüzlü, hain, haset, sapıklar ve iktidar sahibi olmak için annesi ve çocuğu dâhil herkesi çiğneyecek kadar açgözlü olanların türü hiç tükenmemiştir. Onların şimdi modern giysilerle aramızda dolaştıklarını hepimiz biliyoruz. Yoksa Homeros’ un, Shakespeare’ in, Mevlâna’ nın yazdıkları veya Binbir Gece Masalları neden hâlâ önemli ve taze kalabilirdi ki? Buna karşılık sayısı daima az da olsa insandaki iyi ve güzele dair umudu taşıyanların da soyu tükenmemiştir. “Bana hayalperest diyebilirsin ama ben yalnız değilim, belki bir gün sen de bize katılırsın ve tek bir dünya olur!” dedi diye öldürülmedi mi büyük hayalperest John Lennon? Haydi, -umudumuzu yitirmemek için çoğalalım, yalnız olmadığımıza dair güçlü bir inanca hiç şimdiki kadar ihtiyacımız olmamıştı. Ülkenin, dünyanın ve Tabiat Ana’ nın çok sıkıntılı dönemlerden geçtiği 2BİN10′ da hayal etmeye, umuda ve yalnızca düşüncede benzerlik dışındaki bütün farklılıkları zenginlik saymaya çok ihtiyacımız var! Şaka değil, ya hep birlikte çıldıracağız, ya da Adalet Ağaoğlu’ nun cümlesiyle “İntihar etmeyeceksek sarhoş olalım!” diyeceğiz. Acaba bunun yerine hem umut hem de hayal etsek, belki aklımıza parlak fikirler ve dayanışma yolları gelir?

(Eveet, şimdi umut edenler A şıkkını, etmeyenler B şıkkını işaretlesin lütfen, teşekkürler !! )

2BİN10′ a  Imagine şarkısı, Halil Cibran şiiri ve en sevdiğimiz içecekle, eğer sevdiklerimize dokunamıyorsak onlara yazarak, onları anarak girelim! Artık girelim.

Buket Uzuner

Bir yorum ekleyin

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir