Uluslararası Akdenizli Kadın Yazarlar sempozyumu için Telaviv’de yüzlerce kadın yazar, üç yaz gününü cıvıl cıvıl bir şenliğe çevirmiştik. Sanırım 1996 yılıydı. Rengârenk giysileri, düzene meydan okuyan kahkahaları, uçuk tasarımlı takıları ve her biri kendi dillerinde yayımlanmış onlarca kitabıyla Akdenizli olmanın coşkulu ayrıcalığıyla bildiriler sunuyor, okumalar yapıyor, yeni dostluklar ve olası yabancı yayıncı ilişkileri kuruyorduk. Bu güzel ortamın keyfini kaçıran en önemli unsursa siyasi engeller nedeniyle aramıza katılamayan Filistinli kadın meslektaşlarımızın eksikliğiydi; pek çoğumuz onları ve haklarını konuşmalarımızda sık sık dile getiriyorduk.
İki oturum arası bir kahve molasında iğne atsan yere düşmez kalabalığı güçlükle yararak yanıma yaklaşan bir Kıbrıslı Rum kadın yazar bana
heyecanla Türk olup olmadığımı sordu. Daha ben ‘evet’ manasına başımı sallamıştım ki aynı heyecanla Duygu Asena’yı tanıyıp tanımadığımı da
sordu. İkinci kez başımı salladığımda sanki uzun zamandır görmediği eski bir dostu kucaklar gibi sarıldı bana: ‘Biliyor musunuz, ‘Kadının
Adı Yok’ romanını Yunanca çevirisinden okuduktan sonra Türk Kadınlarının bize çok benzediğini anladık. O roman bizim size karşı düşüncelerimizi tamamen değiştirdi. Kendisine onu çok sevdiğimizi söyler misiniz lütfen?’ Söyledim. Birkaç hafta sonra bir konserde
Duygu’ya rastladığımda kendisine bunu anlattım. Gülümsedi. Ona çok yakışan yumuşak ve geniş gülümsemesi yayıldı yüzüne. Türk Kadını’na
karşı önyargı taşıyan bu cümlelerdeki hüzünlü saflığı, hiç konuşmadan bakışlarımızla sessizce ayıpladık. Ancak pek çokları gibi ikimiz de
önyargı ve cehalete karşı kültür ve sanatla savaşmak dışında şansımızın olmadığını biliyorduk. Daha sonra pek çok uluslararası
toplantıda karşılaştığım Avrupalı kadın yazarlardan Duygu’ya benzer mesajlar taşıdım yıllarca. Kiminin adresini aldı, kimine selam
yolladı. Duygu Asena, özellikle ‘Kadının Adı Yok’ romanıyla Türkiye’de büyük bir sosyal dönüşüme, feminist reforma yol açtı, yayımlandığı pek çok Batı ülkesinde de Türk Kadını’nın peçesini indirdi, yüzünü ve gönlünü açtı.
DUYGU ASENA”NIN ADI TÜRK FEMİNİZMİNİN MARKASIDIR
Akdenizli Kadınlar Sempozyumu’ndan hayli önce, 1988 yılıydı. Henüz birkaç hikâye ve gezi kitabı yayımlanmış genç bir yazardım. ‘Kadının Adı Yok’ yeni yayımlanmış ve hemen bir fenomene dönüşmüş, belki de ilk gerçek ‘best-seller’ olarak yayıncılık tarihimizde de yerini almıştı. O sırada erkek arkadaşım bana, Duygu Asena’nın Moda’dan çocukluk arkadaşı, Hürriyet Gazetesi’nden de ‘Şirin’ takma adıyla yazdığı yıllardan da iş arkadaşı olduğunu anlatmış ve üçümüze Moda Deniz Kulübü’nde bir akşam yemeği sürprizi hazırlamıştı. Böylece onlar yıllar sonra yeniden buluşacak, ben de efsane bir kadınla tanışacaktım. Sıcak bir yaz akşamıydı, İstanbul’du, Moda’ydı, ben âşıktım, Duygu Asena son derece mütevazı, zarif ve güzeldi, yemek ve şarap şahaneydi; kitaplar, aşk, edebiyat, sanat konularında konuşuyor, ben Duygu’yu tanımaya çalışırken, o ikisi bazıları çok eğlenceli ortak anılarından, basındaki ortak tanıdıklarından bahsediyor, hep beraber gülüyorduk. Havadan buram buram yayılan aşk, umut, gençlik, incir ve
İstanbul kokusunun yarattığı büyü o akşamı o kadar güzelleştirmişti ki zaman zaman konuşmalarımıza karışan vahşi yayın ve ne yazık ki habasetle beslenen yazar dünyasının fena deneyimleri bile keyfimizi kaçırmamıştı. O akşam Moda’da üçümüz benim için unutulmaz bir anıya dönüşecek bir keyfin keyfini paylaşmıştık. O akşam Moda’da Duygu Asena’nın hep kıskançlığa yol açan güzelliği ve saf görünüşünün altında yatan dirençli dik kafalılığını tanımıştım. Sonraki yıllarda Duygu Asena’nın adı Türk Feminizm markasına dönüştüğü için özellikle ona ama aslında bütün feministlere karşı haksızca açılan çirkin savaşta, onu(n kimliğinde bütün feministleri) gözlerinde ‘erkek yiyen canavar’ ya da ‘kafasının içinde fesat dolaşan düşman’ gibi canlandıran insanlarla karşılaştığımda gerçek Duygu’nun insancıl, sevecen ve eğlenceli, hoş bir kadın olduğunu(beyhude) anlatmaktan hiç vazgeçmedim. Tıpkı bütün kitaplarımla feminizmin, bir ‘kadının insan hakları meselesi’ olduğunu ve insanlık tanımının ancak hiçbir ırk, cinsiyet ve inanç/inançsızlık dışlanmadan yapılabileceğini anlatmaktan hâlâ caymadığım gibi…
ACİLEN KADIN AÇILIMI YAPILMASI GEREKİYOR
Duygu Asena, Türkiye’de ne yazık ki pek çok çok ilerici, demokrat ve liberal erkeğin hâlâ ciddiye almadığı ‘kadının insan olarak hak ve ihtiyaçları’ meselesini öncelikle kadınlara en damardan anlatan yazarımız oldu. Onun Türkiye kültürüne katkısı ileriki yıllarda daha fazla anlaşılacaktır. Bugün yalnızca 8 Mart’larda yarı alaycı anmalarla geçiştirilen kadın sorunu, bütün açılımlardan öncelikli ve çok acil bir Türkiye meselesidir. Çünkü namus, aşk veya töre adı altında her sınıftan, etnik ve dini kökenden çeşit çeşit erkeğin hergün onlarca kadını ortalık yerde kıtır kıtır doğradığı ülkemizde
ACİLEN yapılacak KADIN AÇILIMI aslında diğer pek çok sorunumuza da çare olacaktır. Çünkü karısını, kızını, sevgilisini veya annesini
öldüren adamlar kanunların, komşu erkeklerin ve Meclis’teki erkeklerin onları koruduğunu düşünerek ne Kürt, ne Alevi, Sünni, ne de Ermeni
Açılımında bizi nurlu ufuklara taşıyacak yüreğe sahip olamazlar! Duygu Asena’yı özlem ve sevgiyle anıyorum.