Buket Uzuner”in “New York Seyir Defteri”, “Siyah Saçlı Kadının Gezi Notları” ve “Şehir Romantiğinin Günlüğü”, “Gezi Kitaplığı” adı altında toplandı
Buket Aşçı
Buket Uzuner, cep boy olarak tekrar yayımlanan üç gezi kitabını şöyle tanımlıyor: ‘Bu baskı yapılmadan kitapları yeniden gözden geçirdim. İnsan üzerinden zaman geçince eski mektuplarını bile yabancılaşarak okuyor. Bir yazarın yazdıklarını ki, hele anı-deneme türündekileri yeniden okuması tehlikelidir, çünkü okuyan artık başka bir gözle bakmaktadır dünyaya. O toy, cahil-cüretli, deneyimsiz geçmiş hâli şimdi kendine deneyimsiz, şımarık veya eksik gelebilir. Bunun adına gençlik de denebilir tabii!
-Sizi yollara düşüren nedir ya da neydi?
-Önce merak. Sanırım yalnızca ‘yolların’ değil, hayatımdaki bilimden edebiyata, annelikten aşka, teknoloji ve yemek kültürü dahil pek çok güzelliğin müsebbibi de merak! Çocukluğundan başlayarak hayata dair pek çok şeyi şiddetle merak ediyorsun; meselâ başka kültürleri, farklı hayat tarzlarını, daha özgür yaşayan kızları, kadınları, kendi kararlarını verebilen gençleri, istedikleri meslekleri seçebilen insanları, baskısız, korkusuz hayal kurabilen öğrencileri, sansürsüz yazabilenleri, yeni hayatları, uzak yolları, gizemli denizleri, hatta başka gökleri… Diğer çocuklar evcilik ya da futbol oynarken sen, elinde atlas, haritaya veya ansiklopediye ya da seyahat dergilerine bakarak hayal kuruyorsun. Kendini Kaptan Cook, Barbaros Hayreddin, Marco Polo ya da Evliya Çelebi, bir kahraman gibi görüp, arkadaşlarına böyle hikâyeler uydurup anlatıyorsun! Tabii çocukların bayıldığı bir arkadaş oluyorsun. Yalnız dikkatinizi çekerim, maceraperest bir küçük kız için ‘bütün kahramanlar tamamen erkekti!’Geçen hafta insanlık tarihinde ilk kez 4 kadın astronot uzaya gitti ve şimdiki maceraperest kız çocukları için çok sevindim! Bu söylediklerim aslında kurgu, edebiyat, seyahat hepsi iç içe, görüyorsunuz tabii…
YOLA ÇIKMAK KORKUTUCUYDU
-Üç kitabınız özel bir sunumla yeniden yayımlandı. Bunları karıştırdığınızda siz neler okuyorsunuz?
-Üç gezi kitabım özellikle benim gezginliğimden çok romanlarımdan tanıyan kuşaklar için cep boy olarak şık bir bavul-kutuda ‘Gezi Kitaplığı’ üst başlığıyla yeniden yayımlandı. Bu baskı yapılmadan kitapları yeniden gözden geçirdim. İnsan üzerinden zaman geçince eski mektuplarını bile yabancılaşarak okuyor. Bir yazarın yazdıklarını ki, hele anı-deneme türündekileri yeniden okuması tehlikelidir, çünkü okuyan artık başka bir gözle bakmaktadır dünyaya. O toy, cahil-cüretli, deneyimsiz geçmiş hâli şimdi kendine deneyimsiz, şımarık veya eksik gelebilir. Bunun adına gençlik de denebilir tabii… Ancak, heyecanın samimi olduğu öyle belli ki, insanı kendi toyluklarını hoş görmeye ikna edebiliyor. Samimi ve sahici duygu ve düşünceler en azından katlanılabilir oluyor…
-Türkiye’nin dışa kapalı bir ülke olduğu dönemde sırt çantanızla, trenle dünyayı gezen ender kişilerdensiniz? Korkmadınız mı?
-1980’lerden önce sırtına çantasını alıp, neredeyse beş parasız, yalnızca (moleküler biyoloji veya çevrebilim) eğitim bursları kazanmaya ve yarı-zamanlı yaz işlerine güvenerek kendi başına, kendi rotasını çizerek dünyayı gezmeye çıkmış ve bana model olacak başka bir genç kız yoktu. O kadar yoktu ki, annem ısrarlarıma dayanamayıp bir defasında çadır bezinden sırt çantası dikmeye kalkmıştı. El yordamıyla, rehbersiz bir yolculuktu. Özellikle ‘kadının yalnız seyahat hakkı ve özgürlüğü’ gibi bugün hâlâ konu olarak bile telaffuz edilmeyen bir tabudan bahsettiğimizi sakın unutmayalım. Tabii korkuyordum. Elbette benimkiyle kıyaslanamaz ama bana çocukken kahraman olmuş büyük kâşifler de korkarak yola çıkıyordu. Ancak yola çıkmak zorunda olan küçük-büyük bütün kaşifler, seyyah/gezginler bilir, bizler yolda mutluyuz, oturamayız, yerleşemeyiz!
-‘New York Seyir Defteri’nde dünyanın en ünlü kentlerinden birini anlattınız. Bu kent size ne söylemişti?
-New York bizim ilk gençliğimizin kültür-sanat-teknoloji başkentiydi, bizden önceki kuşakların Paris’i yani… Aslında hâlâ öyledir ama 11 Eylül felâketi New York’un ruhunu derinden yaraladı, parçaladı, bir daha iyileşebilir mi bilmiyorum. New York, tehlikeli, bilinmez karanlığı ve derin yalnızlık korkusuyla zehir yeşilidir. Öte yandan 24 saat hiç uyumayan ruhu ve enerjisiyle umut mavisidir. Bu açıdan ‘stanbul’a benzer, bence.
‘Bir Siyah Saçlı Kadının Gezi Notları’ sadece gezi yazıları içermeyip aynı zamanda ırkçılığa karşı da bir duruştu. Varlık Dergisi’nde yayımlanış hikâyesi de ilginçti. Bize bu kitabın hikâyesini her iki açıdan da anlatabilir misiniz?
-‘Bir Siyah Saçlı Kadının Gezi Notları’, belirttiğiniz gibi ‘siyah saç’ın ırkçılığa yaptığı göndermeden hareketle bu adı verdiğim ilk gezi kitabımdır. Orada kendi saç rengimi değil, ‘skandinavya’da ‘svart hodet’ yani ‘kara kafa’ olarak özetlenen ırkçı söylemi gündeme getirmek istemiştim. Bu ‘kara kafa’ Pakistanlı olabileceği gibi rahatlıkla İspanyol veya Yunanlı da olabilir, çünkü İskandinavya sarışını Akdeniz’inkinden farklı. Hep insan hakları ve demokrasi konusunda öncül rol oynayan göreceli olarak tarihte emperyalist günahı az olan ‘skandinav ülkelerinde (tıpkı her yerdeki gibi) ırkçılığa rastlamak henüz insanlık deneyimi ve bilgisi zayıf olan beni etkilemişti. Bu nedenle ‘Bir Siyah Saçlı Kadının Gezi Notları’ kitabını biraz da bu perspektifle yazmıştım. Evet, bu gezi anılarını önce Varlık’ta bir yazı dizisi olarak yayımladım ama takma adla. Aynı dergide hem öykülerim hem de seyahat yazılarımın yayımlanmasını başka genç yazarlara karşı haksızlık olarak görüyor ve birini takma adla yazarak, yaramaz bir oyun oynayacağımı düşünüyordum. Günsu Bertan adıyla yayımlanan ‘Siyah saçlı Kadının Gezileri’ dizisi öyle çok sevildi ki, ünü genç yazar Buket Uzuner’i bastıracaktı. Bazen bana Günsu Bertan’ı öven insanlara gerçeği söylememek için kendimi zor tutuyor, galiba onu kıskanıyordum(!) O sırada Ankara Üniversitesi’nde eğitimci bir profesör arkadaşım bana: ‘Bu Günsu Bertan kimse, onun bu yazılarını kitap yapması gerektiğini, çünkü hem gezen hem de edebiyat tadında gezilerini yazan insana ihtiyaç duyulduğunu’ söyledi. Varlık dergisini o sırada yöneten rahmetli Kemal Özer dâhil Günsu Bertan’ın kimliğini bilmiyorlardı ve benzer talebi onlar da dile getiriyordu. Kimliğimi bilen tek kişi Cengiz Gündoğdu idi. Neyse sonunda o yazılar kitap oldu, ben de Günsu Bertan’ı öldürmüş oldum.
ŞEHİRLERİN KARAKTERİ VARDIR
-‘Şehir Romantiğinin Günlüğü’ ise adı üstünde şehir ve aşk arasındaki ilişki üzerinde yükseliyor? fiehirler ve sevgililer arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlarsınız?
-Bazı insanlar şehir sever, kırları, ovaları, denizleri ve dağları da çok sevseler de oralarda kısa zamanda daralır, koşarak kalabalık şehirlerin canlı, hareketli caddelerine dönerler. Bazı insanlar kaostan beslenir. Ben şehir sevenlerdenim. Eh, Istanbul, New York, Madrid, Floransa gibi kalabalık merkezleri sevmek için ya deli olmak lazım ya da şehir romantiği. Latife değil, bilenler anlar ne demek istediğimi, anlamayanlara anlatmak olanaksızdır. Tıpkı acı biber sevmek ya da sevmemek gibi bir şey… fiehir romantiği deyince, bu tipler şehirleri de insanlar gibi karakterleriyle sever veya reddederler. Bence, şehirleri kuran insanlar olduğu için şehirlerin de karakterleri vardır. İnsan nasıl kendine benzer kişilere daha çabuk âşık oluyorsa, ruhu kendine benzeyen şehirlere de öyle tutuluyor. İstanbul meselâ… Ne karmaşık, heyecanlı, ruh durum bozuklukları bol, cömert ama tehlikeli bir karakter… Sorunuzu bir de insanın büyük aşklar yaşadığı şehirler, hâttâ semtlerle ilişkisi bakımından algılamak olası ama bu bambaşka bir söyleşi konusu bile olabilir…